Kudüs’ü Fethedecek Bir Deliye İhtiyaç Var

Malum, Selahaddin Eyyubi (Rh) Kudüs’ü fethetmek istediğinde batı birlik olmuş ve Kudüs’ü savunmaya geçmişlerdi. Âlimler başta Selahaddin’in yanında olsa da daha sonra sayıyı duyunca vazgeçtiler ve “Savaşmakta bir hikmet yok, bu hikmetli bir iş değil, Selahaddin bir deli. Ulemaya gitmeli ve bizden fetva almalı ama madem böyle yapmadı gitsin ve ölsün!” dediler.

Subhân Allâh, bu zamanda da Mücahit kardeşlerimize bazı kişiler deli gözüyle bakıyor. Çünkü onlar kısıtlı imkan ve sayılarıyla Allâh’ın Emrini yerine getirmeye çalışırken sadece batıyla değil, onun işbirlikçileri olan diğer dünya devletleriyle de yani neredeyse tüm dünyayla savaşıyorlar. Ve materyalist bir zihniyetle bakıldığında bu delilik gibi görünüyor. Çünkü materyalist zihniyet sadece elle tutulabilir şeylere odaklanır. Dolayısıyla onun için sayı ve imkan son derece önemlidir ve zaferin bu şekilde elde edildiğini zanneder. İşin kötü tarafı bazı Müslümanların da materyalistlerle benzer düşünmeye başlaması. Halbuki kişi Mu’minse zaferin sayıdan değil Allâh’tan geldiğini bilmelidir. Hatta sayısına güvendiği takdirde başına gelecekleri düşünmelidir;

“o gün kendi çokluğunuz size güven vermişti…”

“Yeryüzü bütün genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak gerisin geri dönüp kaçmaya başlamıştınız.”

Bunu düşünmüyor muyuz? Yoksa kalplerimizin üzerinde kilitler mi var?

Ömer Muhtar’ın şu sözü ne güzeldir; “Allâh, bana küffara karşı cihad emretti. Zafer veya mağlubiyet beni alakadar etmez. O, Allâh’ın bileceği bir iştir”

Salahaddin, Ömer Muhtar, İzzeddin Kassam, Şeyh Şamil, Molla Muhammed Ömer, Şeyh Usame bin Ladin, Şeyh Eymen Ez-Zevahiri, Molla Ahtar ve diğer emirlerimiz… Onlar görevlerini yapmaya çalıştılar ve bir kısmı bunun için hala didiniyor. Önemli olan Allâh’ın bize emrettiği görevi yerine getirmek. Bizim sorumlu olduğumuz kısım Rabb’imizin bize emrettiği vazifeleri yerine getirmek. Sonucu ise O’na kalmış.

Tıpkı “Sizden hiçbirinizi asla kendi ameli kurtaramaz!” Hadisi Şerifinde buyrulduğu gibi. O halde “Delilik bu, bunları yapsam da asla kurtulamam” deyip, salih amel işlemeyi bırakmalı mıyız? Yoksa üzerimize düşen kısmı yerine getirip, gerisini Allâh’a bırakarak O’na mı sığınmalıyız? Elbette kişi göstermesi gereken çabayı göstermeli, gerisi ise tıpkı Ömer Muhtar’ın dediği gibi, Allâh’ın bileceği bir iştir.

Salahaddin’e o zaman deli diyen âlimler, o sözleriyle sonucun yenilgi olacağından sanki tamamen emin gibi konuşup, görevlerini terk ettiler. Halbuki onlar sonucu değiştiremezlerdi, sadece görevlerini yapmaları gerekiyordu ve Salahaddin görevini yapmayı tercih ederken onlar görevlerinden kaçmayı tercih etti.

Şimdiyse Kudüs yine işgal altında ve Ümmet nerdeyse her yerde zulme maruz kalıyor. Görevler belli, gizli bir şey yok. Allâh katında bu savaşın sonucu da belli. Geriye kalan, Salahaddin gibi görevimizi yerine getirmeyi mi yoksa o âlimler gibi üzerimize farz olan şeyden kaçıp, üstüne bir de bu farzı yerine getirmek için didinen Mücahitleri delilikle suçlamayı mı tercih edeceğimiz.

Fakat hangisini tercih edersek şunu bilmeliyiz ki tarih, kahramanı kahraman olarak, korkakları korkak olarak kaydetmektedir. 829 sene sonra böyle küçük bir yazıda dahi Salahaddin’den hala gururla bahsedilirken, o âlimlerden nasıl bahsediliyor. Burada böyle geçiyorsa her iki tarafında Allâh katındaki farkını ve yaptıklarının amel defterinde nasıl geçtiklerini ise siz düşünün.

Sonuç olarak biz hangisini tercih edersek edelim, Allâh inşâ Allâh Nûrunu tamamlayacaktır ve O’nun ne bunun için ne de başka bir şey için bize asla ihtiyacı yoktur. O bütün noksanlıklardan münezzehtir.

Fakat bizim, mukeddasatımıza daha fazla el uzatılmaması için, Kudüs’ün kurtarılması için bol bol konuşan, ama amelde geri kalan âlimlere değil, Salahaddin gibi bir deliye ihtiyacımız var. İşte bu yüzden sevgili emirlerimiz, Allâh’ın Adıyla yürüyün. Rabb’im yolunuzu açık etsin. Ümmetin sizin gibi malını ve canını hiçe sayan delilere ihtiyacı var.

Qamar Al-Quds

Neden Hicret?

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

ŞEYH ENVER EL-EVLAKİ

NEDEN HİCRET?

Hicret konusu çok önemli bir konudur ve Kur’ân’la Hadis’te zikredilmiş bir meseledir. Ve bir zamanlar Müslüman olmanın temel sonuçlarından olan bir konudur. Mekke darul küfür ve Medine darul iman iken hicret; iman ve küfür arasında ayırt edici bir faktördü. Bu, o günlerde, hicretin ne kadar merkezde olduğunu gösteriyor. Medine’ye gidenler Allâh’ın velileriydiler, Mekke’de kalanlarla ilgiliyse Rasullâh’ın onları koruma ve savunmak için sorumluluğu yoktu ve kıyamet gününde hesapları Allâh Teâlâ’ya aitti.

Yani hicret bir zaman için çok önemli bir konuydu fakat sonra âlimler tarafından çok vurgulanmadı, çünkü herkes Darul İslâm’da yaşıyordu, hiç kimse darul küfürde değildi, yani bu konu hakkında çok konuşulmadı çünkü bu bir problem değildi -hilafet zamanında. Bu konu günümüzdeki birinin ticaret için, hatta dava için ya da başka sebepten gitmesi, Allâh yolunda çıkması ve dava için kafirler arasında yaşaması gibi değidirl. Allâh yolunda mücahidlerin sancağı altında da gidebilirsin, önceden böyleydi. Yani fukahanın bu konuda çok yorumunu bulamıyoruz çünkü onlar zamanın problemlerini ele alırlardı ve bu, o zamanlar problem değildi.

Evet, Endülüs düşüp bazı Müslümanların geride kaldığında olduğu gibi, bu konunun gündeme geldiği dönemler oldu. İspanya’da yaşamaya devam eden Müslümanların oradan ayrılması için âlimlerden fetva geldi ama bu nadiren görülen bir problemdi. Ebu Hanife’den, İmam Malik’ten, Ahmed ya da Şafi’den gelen bir şey yok çünkü o zamanlar böyle bir problem yoktu.

Hicretin iki türü vardır, biri bütün zamanlarda mecburi olan hicrettir ve bu, Rasulullâh’ın “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri kimsedir. Muhacir de Allah’ın yasakladığı şeyi terkedendir.” Buhari’de geçen sahih Hadisinde bahsettiği hicrettir. Yani bu bizim her çağda ve her zamanda yapmamız gereken bir hicrettir; Allâh’a itaat etmek için günahlardan hicret etmek. Bu her zaman yapmak zorunda olduğumuz hicrettir.

Rasûlullâh buyurdu ki “Mü’min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.” “Muhacir, Allahın yasakladığı şeyleri terkeden kimsedir.”

Ve birisi Hz. Peygamber (sav)’e “Yâ Resûlallah! En fazîletli hicret hangisidir? dedi. O da: Rabbinin kerih gördüğü şeyleri terk etmendir” buyurdu. Çünkü hicret kelimesi geride bırakmak demektir.

İbn Hacer “İki tür hicret vardır; habis ruhun ve şeytanın sana dediklerini terk ettiğindeki iç hicret ve dinin için bir yeri terk etmendeki dış hicret.” Biz dış hicret hakkında konuşmak istiyoruz.

Bir yerden başka bir yere gidilen hicreti Kur’ân âyetlerine dayandıracağım. Eğer Kur’ân hidayet Kitabıysa ve Kur’ân’ın bize bahsettiği bir şey hakkında konuşmak istiyorsan cevap Allâh’ın Kitabındayken neden başka yere bakıyorsun? Bu âyetleri dinlerken onların kalbine seslenmesini istiyorsun.

Biz hicretin fıkhî hüküm terimlerini konuşmayacağız; haram, helal, mübah, müstehab… Kur’ân âyetlerine ve Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem’in hadislerine dayanarak hicret hakkında konuşacağız. Subhân Allâh, konu hicrete gelince eğer âyetin kalbinle konuşmasına izin vermezsen manayı ya da kastedileni anlamayacaksın. Kur’ân’ın bütün âyetlerini bu şekilde ele almamız gerekir çünkü Allâh Subhânehu ve Teâlâ “Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.” buyurmuştur. Eğer Kur’ân’ı kalbinle konuşmadan almak istersen ondan fayda elde edemezsin çünkü Allâh onun herkes için değil, ancak kalbi olan ya da dikkatlice dinleyen, kulak verenler için bir hatırlatıcı olduğunu buyurmuştur. Allâh, zalimler hakkında da, Kur’ân’ın onların sadece kaybını artırdığından bahsetmiştir.

Bu, Kur’ân’ın Furkân olmasının sebebidir, o insanları ikiye ayırır; bazısı Rahmân’a gider bazısı şeytana. Kur’ân’ın yaptığı şey budur, o Furkân’dır.

Allâh, Salih hakkında “Andolsun ki, Allah’a ibadet edin diye Semud’a da kardeşleri Salih’i göndermiştik; hemen birbirleriyle çekişen iki fırka oldular.” buyuruyor.

Hicret konusu her zaman zor bir konudur. Sadece günümüzde değil, Rasûlullâh döneminde de öyleydi. Günümüzde birçok Müslüman hicret etmek istiyor, fakat daha fazla para kazanacakları bir yere gitmek istiyorlar ve “Evet, hicret etmek istiyorum, ama daha iyi bir ev, yaşam ve maaşımın artmasını istiyorum.” diyorlar. Hicret eden bütün Sahabeler feda ederek hicret etti; kimi servetinin birazını kimi hepsini feda etti. Hicret, Rasûlullâh ve Sahabe için de kolay değildi ve o zaman onlar için bir riskti ve şimdi de bizim için bir risk.

Hicretten bahseden Nisa Sûresi’nden dört âyete bakacağız ama önce bu âyetlerin indiği durumun arka planına değineceğiz.

Mekke’de geride kalan bazı Müslümanlar vardı ve o zaman hicret zorunlu hale gelmişti ve onlar hicret etmeyip Mekke’de kalmıştı. Ve Kureyş halkı Bedir Savaşı için harekete geçtiğinde onlar da onlarla beraber çıktılar, tıpkı amerikada yaşayan Müslümanların, amerikan ordusu Müslümanlara karşı savaşırken orduya katılmaları gibi. Bu kimseler, Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem’e karşı ilerlediklerinde Kureyş’e katılma mecburiyeti hissettiler. Muhtemelen Müslümanlara karşı savaşma amacı olmadan çıkmışlardı, tıpkı Müslümanlara karşı savaşma amacı olmadan amerikan ordusuna katılanlar gibi.

Buhari’de bu ayetlerin nüzulundan bahseden hadisin rivayetinde, “Müslümanlar Mekke’de kalıp hicret etmeyen bir takım kimseler Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında müşriklerle beraber onların şirk topluluğunu çoğaltıyorlardı. (Bedir harbi) sırasında düşman safları arasında bulunan bu kimselere müslümanlar tarafından ok atılıyor ve atılan ok varıp bunlardan birisine dokunarak öldürüyordu. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah : “Nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman melekler: “Ne yapıyordunuz?” deyince: “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik” derler. Melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya” derler. İşte onların barınacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir.” ayeti kerimesi nazil oldu.” diyor.

Allâh “Nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman” buyurmuştur. Yani Allâh onları kendilerine yazık edip zulmeden kimseler olarak adlandırmıştır. Melekler onların ruhlarını usulca almazlar, aksine onlara sorarlar; “fî me kuntum?”, ”Ne yapıyordunuz?” Ne yapıyordunuz? Kureyşlilerin arasındaydınız, Mekke’de yaşıyordunuz ve Medine’ye hicret etmediniz, neden? Yani melekler onlara bu soruyu sormak için Kıyamet Gününü beklemeyecekler ve hatta onlara kabirde sormayı bile beklemeyecekler, tam o anda ve orada ruhlarını alırken soracaklar.

İşte bu ertelenemeyecek bir soru. “Fî me kuntum” “Ne yapıyordunuz?”

Ve insanlar cevap verecekler: “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik” Zayıftık. Eğer hiçbir alternatif yoksa zayıf olmakta bir problem yok. Sahabe radıyAllâhu anhum ve Rasulullah sallAllâhu aleyhi ve sellem on üç sene bu durumda yaşadı ve onlar mustazaflardı. Mekke’de zayıf bir topluluk idiler. Fakat alternatif buldukları an gitmek ve zayıf olarak yaşamayı bırakmak zorunlu hale geldi. Eğer izzetli bir şekilde yaşama seçeneğin varsa neden aşağılanmış ve zayıf bir durumda yaşamayı tercih edesin? Başka alternatifin olmadığında sabırlı olmak iyidir ama eğer alternatifin varsa ve iki sebepten dolayı hicret etmiyorsan -servetin ve emniyetin için korkmak- o halde sen kendine zulmediyorsun demektir.

“Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik” zilleti cevaplarından hissediyorsun ve Subhân Allâh bu, alternatif varken kafirlerin arasında yaşamayı kabul eden kimsenin durumudur. Ortaya çıkan bu zillet Fıkha bile yansır. Öyle ki, kafirlerin arasında yaşadığınızda, bacılarımızın Hicab giymesine gerek yok, Müslümanlar kafirlerin ordusuna katılabilir ve faizli ipotek ile ev almakta sıkıntı yok gibi fetvalar duymaya başlarsınız. Yani bütün Fıkıh zayıf bir fıkıh haline gelir, bu durumu yansıtır, böylece zelil insanların fıkhına sahip olursunuz ve o zeliller zilleti güzel gösterecek konferanslar verirler. Kafirler ayaklarıyla sizin boynunuza bastıklarında, siz o ayağı boynunuzdan nasıl çekeceğiniz hakkında konuşma gereği duyarsınız. Evet, İslâm hoşgörü Dinidir ama aynı zamanda adalet Dinidir de. Hoşgörünün de bir zamanı vardır, adalet için de bir zaman vardır, yoksa bütün kültür zayıf bir kültür haline gelir.

Melekler ne dedi? “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya” diyerek cevapladılar.

Bu mazeret kabul edilmedi. Burada hüküm hakkında konuşmuyoruz, çünkü şartlar farklı olduğunda hicretle ilgili kesin bir hüküm çıkarmak adaletsizlik olur. Daha önce sahip olduğumuz vaziyet, Mekke’nin açık bir şekilde kafirlerin toprağı olduğu ve Medine’nin de açık bir şekilde iman yurdu olduğudur. Bunun için hicret zorunlu oldu.

Bizler şimdi kafirlerin topraklarındayız ama madalyonun diğer yüzünde, iman yurduyla ilgili bir problem var. Yani denklemin tamamını değil yarısını görüyoruz bu yüzden bu durum hakkında kararlar vermek önceki durumda olduğu kadar basit değil. Genel olarak hicret kavramı hakkında konuşuyoruz ve şimdi hicretin hükmü kişiden kişiye ve zamandan zamana farklılık gösterebilir. Mesela amerikada 11 Eylül öncesi ve sonrası bir farklılık olduğunu düşünüyorum. Bir farklılık var. Önceden dava için ortam uygundu, şimdi bir şeyler farklılaştı. Hükümlerden bahsettiğimizde konu kolay anlaşılabilir değil ama biz hicret kavramının kendisine vurgu yapmak ve Müslümanların dikkatini hicretin önemine çekmek istiyoruz. Bizim bu âyetleri özümsememiz ve bu şartların bize uyup uymadığına bakmamız gerek. Eğer uyuyorsa, bir çıkış yolu bulmaya ihtiyacımız var.

“Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya”Allâh bütün bu yeryüzünü beş kıta kılmış, senin hicret etmen için yer yok mu? Medine bir kaç yüz kilometre uzaktayken neden Mekke’de kalıp, sonunda Bedir’de Müslümanlara karşı Kureyş ordusuyla çıktınız? Takvası olan bir çıkış yolu bulur. Eğer takvan varsa Allâh sana bir çıkış yolu bulur ve rızık sana ummadığın yerlerden gelir. Bu, Allâh’a güvenip güvenmediğini görmek için bir imtihandır.

Sonuç olarak onların akıbetı ne oldu? Allâh “İşte onların barınacakları yer cehennemdir.” buyuruyor. Hicret etmeyi kabul etmeyen bu insanların ikamet edecekleri yer Cehennemdir. Onlar bu dünyada zilleti kabul etti, Allâh da onları âhirette zelil edecek. Fakat gerçekten zayıf ve ezilmiş kişiler için bir istisna var “Ancak gerçekten zayıf, hiç birşeye gücü yetmeyen ve hicret için yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Böylelerini umulur ki, Allah affeder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.”

Bunu doğru bir perspektife yerleştirmemiz gerek, çünkü belki biri onlar hicret edebilir ama ben edemem diyebilir. Çünkü hicret edememelerinin sebebi kendi emniyetleri ve rızık hususunda biraz korkularının olması. Hayır, bu istisna bunu kapsamaz, çünkü biz Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem’in zamanında hicret eden her muhacirin risk aldığını ve mal varlıklarını geride bıraktıklarını biliyoruz, yani risk büyüktü. Bu istisna çıkmaları imkansız olan, buna hiçbir yolu olmayan kimseler için. Bunlar istisnadır ve Allâh “Böylelerini umulur ki, Allah affeder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.” buyuruyor.

Yani insanları hicret etmekten alıkoyan iki şey ne? Birincisi emniyet, ikincisi rızık. Belli bir yere alıştığında, bilirsin, kişisel arkadaşların oradadır, bir işin vardır, kendini kanıtlamışsındır, bir evin vardır, çocuklarının okuldaki durumu iyi gidiyordur, eşinin arkadaşları vardır, her şey kuruludur ve şimdi gitmek istiyorsun, böyle bir yerden ayrılıp başka bir yere gitmek istiyorsun?

Bu noktada bazı problemler vardır, yabancı hissedebileceğin bir yere gidiyorsun. Eşin; acaba arkadaş edinebilecek mi yoksa kimse onunla konuşmayacak ve bütün zamanını yalnız mı geçirecek? Çocukların; onlar okulda kabul görecekler mi yoksa onlara yabancı gibi davranılıp güzel muamele edilmeyecek ve belaya bulaşıp orayı beğenmeyecekler mi? Hayatınızı nasıl idame ettireceksiniz? İyi maaş veren bir işim var, başka bir yere gidiyorum, nasıl yaşayacaksın? Bunlar muhacirlerin duyduğu endişelerdir.

Sıradaki Âyet seninle konuşuyor ve “Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur.” buyuruluyor. Kim Allâh için evini terk ederse, bu hicrettir, dünya malı için ya da evlenmek istediğin biri için ya da dünya için değil. Hayır, Allâh Subhânehu ve Teâlâ için, o kişi yeryüzünde ‘murağamen’ elde eder. ‘Murağamen’ ne demek? Manası, korunma demektir. Aynı zamanda manevra anlamına gelir. Eğer düşman ardındaysa, başka bir yere gider ve manevra yaparsın, Allâh’ın düşmanlarını tekrar vurman ve belli bir amaç uğruna onlardan kurtulacak bir yer bulman için yeryüzünün genişliği sana yeter. Rasûlullâ sallAllâhu aleyhi ve sellem’in Mekke’den ayrılırken yaptığı şey buydu. Mekke’de onu sıkıştırdılar o da Medine’ye gitti. ‘Murağamen’ kendini tek bir yere sıkıştırmamak demektir, başka yerden korunma bulacaksın, eğer araştırırsan başka bir yer bulacaksın. Bu, Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem için kolay değildi. Birkaç yılını gidecek bir yer aramakla geçirdi ve sonra Allâh ona bunu nasip etti, ama burada, bunun için biraz çaba harcamak söz konusuydu.

Bazen hiçbir şey yapmadan çözüm istiyoruz. Hayır, ilk adımı sen atmak zorundasın. Hadis-i Kudsi’de “O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” buyuruyor ama başlayacak kişi sensin, ilk adımı senin atman gerek ve sonra Allah gerisini getirecek.

“yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de” Sa’ah rızık demek. Yani sahip olduğun iki endişe; güvenlik ve rızık, Allâh bir çıkış yolu bulacağına dair sana söz veriyor. Yani hicreti şöyle hayal edebilirsiniz; birisinden Allâh’a güvenmesini ve uçurumdan atlamasını istiyorsunuz ancak aşağıda ne olduğuna bakmaya izin verilmiyor, aşağıda taş mı var su mu bilmiyorsunuz ama atlamak zorundasınız, Allah’a güvenmek ve atlamak zorundasınız. İşte hicret budur. Diğer tarafta ne olduğunu bilmiyorsun; Allah’a tevekkül etmek zorundasın. Allâh murağamen (korunma) ve sa’ah (rızık) bulacağınızı söylüyor. Kolay görünmese bile bu bir vaad ve Allâh sana bunda söz vermiş. Sonra Allâh “Ve kim Allah’a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah’a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” buyuruyor.

Allâh ölümden korunma sözü vermiyor çünkü ölüm hicret etsen de etmesen de sana gelebilir. Ama Allâh, hicret edersen ecir, mükafat alacaksın diye söz veriyor, yolculuğu tamamlamasan bile. Yani iki şey sana vaad edildi ama ölümden korunma değil, rızık ve murağam; manevra yapacağın bir yer.

Peygamberler hicret etti. Musa hicret etti ve Filistin’e ulaştığında Medyen’deki adam ona ne dedi? “Korkma, o zalim kavimden kurtuldun” Ve Rasûlullâh Medine’ye hicret etti, Medine’deki insanlar ona, “Burada Allâh’ın düşmanlarından güvendesin ve bizler senin için, ailelerimiz için savaştığımız gibi savaşacağız” dediler.

Bugünün ve dünün muhacirlerinin hikayelerini görebilirsiniz. Allâh Subhânehu ve Teâlâ, hicret edenlerin çabasını bereketlendirir ve onlara Allâh düşmanlarından koruma ihsan eder.

Allâh “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, biz dünyada mutlaka onları güzel bir yere yerleştiririz. Ahirette alacakları ödül ise daha büyüktür.” buyuruyor.

İbni Kesir; İbni Abbas, Şa’bi ve Katade’nin, bu Âyette bahsedilen ‘hasen’in manasının Medine olduğunu söylediklerinden bahsetmiştir. Ama Mücahid gibi diğer bazılarına göre bunun manası tayyib rızıktır. Allâh sana temiz rızık verecek. Yani, Allâh çok büyük bir rızık vereceğine dair söz vermiyor, ama temiz olacağına söz veriyor-tayyib, az da olsa çok da olsa tayyib/temiz olacak. Kazancın sınırlı olabilir ama içinde bereket olur, birinin kazancıysa çok fazla olabilir ama içinde bereket olmaz. Yani burada konu rakamlar değil, bereket. İbni Kesir bu konuda; “Âyetin bahsettiği muhacirler, meskenlerini ve servetlerini geride bırakmış ve Allâh da onlara onların terk ettiğinden daha hayırlısını vermiştir.” demiştir. Eğer bir şeyi Allâh için terk edersen, O sana kesinlikle daha iyi bir şey verir.

Allâh onlara yeryüzünde kurulu bir düzen ihsan etti ve arza hakim olmalarına izin verdi ve liderler, yöneticiler oldular ve her biri muttakilere imam oldu. Bu insanlar Mekke’de kısıtlı bir mal varlığına sahiplerdi ve Mekke’de yaşayıp Mekke’de ölmüşlerdi ve hiç kimse onları duymamıştı. Onlar insanlığı Cennet’e götüren hidayet ışığının taşıyıcılarıydı. Ve şimdi biri Irak’a, biri Mısır’a emir olmuştu. İslâm Davasını yaymak için dünyanın her tarafına gittiler ve Allâh da onlara dünyada geride bıraktıklarından daha iyisini nasip etti, Âhirette elde edecekleriyse daha iyi olacak.

Ömer bin Hattab, muhacirlere ganimetten pay verirken “Bunu alın, bu Allâh’ın size dünyada verdiği sözdür, Allâh’ın size Âhiret için verdiği söz ise daha iyidir.” Bütün bunlar hicretin bereketi vesilesiyleydi.

Neden Hicret?

1. Çünkü bu Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem’in emri. Rasûlullâh beş şey emretmiş, “Allah’ın bana emrettiği beş şeyi ben de size emrediyorum; cemaat, dinlemek, itaat etmek,hicret ve cihad.” Bunlar Rasûlullâh’ın beş emri ve bilin ki Allâh’ın Dinini yerleştirebilmek adına başarılı bir cemaat için gerekli olan bu beş temel unsurdur. Dinleyip itaat etmelisin; bunun anlamı bir emirin, bir cemaatin ve ortak bir çabanın olduğudur. Çünkü herkes bir cemaatte hizmet ederken harcanan çabaları buraya ve oraya serpmen farklıdır ve herkesin sinerjisine sahip olmalısın ve bu, Allâh çalışmaya bereket koyduğu zaman olur.

Sonra Allâh için hicret ve cihad… ve bunların çoğu kez birlikte anıldığını fark edersin. Bunun sebebi cihadın çoğu kez öncesinde hicrete gerek duymasıdır. Yani birbirleriyle birleşiktirler. Ve bazen üç şey bir arada anılır; iman, hicret ve cihad. Bu üç şey bağlantılıdır.

Hicret Emri geçici değildir, Kıyamet Gününe kadar kalıcıdır. Rasûlullâh sallAllâhu aleyhi ve sellem“Kâfirlerle savaş devam ettikçe hicret kesilmez”buyurmuştur ve “Düşmanla çarpışıldığı sürece hicret devam eder.” buyurmuştur. Savaşılacak bir Allâh düşmanı olduğu müddetçe savaşa katılabilmek için hicret etmek zorundasın.

Medine’ye hicret Allâh uğrunda cihad için yapılan bir hicretti, çünkü Medine mücahidlerin merkeziydi.

2. Kendini müşriklerden soyutlamak; Rasûlullâh Hadis’te “Ben, müşrikler arasında ikamet eden her Müslüman’dan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” buyuruyor, müşriklerin arasında yaşayan müşrikler gibidir.

“Cariş biat etmek için Rasulullah’a geldi ve dedi ki: ‘Ey Allah’ın Rasulü, bana elini ver ki sana söz vereyim ve seni tasdik edeyim.” Rasulullah ‘Allah’a ibadet et, namazı ikame et, zekatı ver, Müslümanlara nasihat et ve müşrikleri terk et.’” buyurdu. Bu, Cariş’in Rasûlullâh’a ettiği biatin bir parçasıdır- “müşrikleri terk et.”

3. Hicretin ecri- Rasûlullâh Hadis’te “Şeytan, Âdemoğlunun her yerde önüne çıkar. (Müslüman olan birisine):

-Sen, nasıl müslüman olursun, eski dinini, babalarının ve ata¬larının dinini bırakırsın? der.

Fakat o kişi, şeytanı dinlemez ve müslüman olur. Sonra hicret ederken şeytan, yine yolunu keser ve:

-Kendi memleketinin terk edip nasıl hicret edersin? Hicret eden, dizgin vurulmuş at gibidir, der.

O kişi, şeytanı yine dinlemez ve hicret eder. Sonra o mü’min savaşa giderken, şeytan yine yolunu keser ve:

-Savaş, hem seni yorar, hem de malını kaybedersin. Hâl böyle iken nasıl savaşa gidersin? Savaş meydanında savaşacak¬sın, öldürüleceksin. Karın, başkasına nikâhlanacak, malın da taksim edilecek, der.

O mü’min, şeytanı yine dinlemez ve cihada gider.”

Daha sonra Rasulullah (s.a.s.):

“Kim böyle yaparsa, onu cennete koymak, va’dı icab, Al¬lah’a vâcib olur. Savaşta öldürülse de, boğulsa da, hayvanı sırtından atıp öldürse de yine Allah, cennete sokar.” buyurdu.” buyuruyor.

Kim Allâh Yolunda öldürülürse Allâh ona cenneti verir ve eğer boğulursa ya da bineğinden düşüp ölürse Allâh onu cennete koyar. Yani eğer bu üç konuda şeytana itaat etmezse; İslâm, hicret, Allâh Yolunda cihad, ne olursa olsun Allâh onu cennete koyar.

Bu ilginç bir Hadis; Rasûlullâh “Hicret ederken ölürsen doğduğun yer ve öldüğün yer arası kadar sana cennette yer verilecek” buyuruyor, yani amerikadan ya da avustralyadan gelenler epey fazla ecir alıyor.

“Ey Allah’ın Resulü! Bana yaptığımda istikamet üzere olacağım bir amel söyle.” deyince, Peygamberimiz de ona “Hicret et, çünkü sevapta onun dengi yoktur.” Buyurdular.

Hicret etmeyi Seçen Kişilerin Sebepleri

1. Dinini korumak için: Allâh Subhânehu ve Teâlâ “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz ki benim arzım geniştir. O halde ancak bana kulluk edin.” buyuruyor. Yani Allâh’a ibadet edecek bir yer bulacaksın. Eğer bulunduğun yerde Allâh’a ibadet edemiyorsan, taşınıp Allâh’a ibadet edebileceksin. Mücahid Rh. bu Âyetin anlamı için yeryüzü geniş, o halde hicret et ve Allâh için savaş demiştir-Allâh için savaşılacak bir yer her zaman olacak fakat senin o yeri bulman için muhtemelen hicret etmen gerekecek.

Said ibni Cibr bu Âyetin manasını; “Eğer günahkârlarla dolu bir yerdeysen ve orada etrafta bir sürü günah dolu fiil mevcutsa, ayrılıp başka yerde Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya ibadet et” diye yorumlamıştır. Tıpkı 99 kişiyi öldürüp sonra yüzüncüyü de öldüren adam gibi, âlim ona hicret etmesini söylemişti.

Mutaraf ibni abd-Ullâh Âyetin anlamını; “Allâh’ın arzı geniş, o halde başka yerde rızık bulabilirsin” diye açıklamış.

2. Güvenliğin İçin: Bu Mekke’den Habeşistan’a hicret eden Müslümanların hicretiydi. Onlar darul küfürden darul İslâm’a hicret etmediler, darul küfürden darul küfre hicret ettiler. Fakat Allâh’a ibadet edemedikleri bir yerden Allâh’a ibadet edebilecekleri bir yere hicret ettiler. Yani fransa sana kızlarının, kız kardeşlerinin ve eşlerinin hicab giyemeyeceğini söylüyorsa başka yere git. Allâh Teâlâ’ya ibadet edebileceğin başka bir yer bulacaksın. Geride kalmak ve yeryüzü genişken Allâh’a itaatsizlik etmek zorunda değilsin. Neden yükümlülüklerini yerine getirmen yasaklanmışken geride kalasın?

Terk etmenin müstehab olduğu bazı şeyler vardır ama bu vacibtir, yani hicab konusu vacibtir, mecburidir ve Müslüman kız kardeşler için en önemli mecburiyetlerden biridir, o halde neden bu yükümlülüğü yapamadığın bir yerde kalasın? Cuma Namazı gibi, Cuma Namazına izin verilmeyen yerde niye yaşayasın?

3. Allâh için cihad etmek için hicret: Hicret ve cihad arasındaki bağlantı birçok âyet ve hadiste aşikardır. Allâh, Enfal Suresi 72. Âyette “İman edip yurtlarından göç eden ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşanlar ile onları barındıranlar ve yardıma koşanlar, birbirlerinin dostudurlar. İman edip de hicret etmeyenler hicret edinceye kadar sizin için onlara velayet namına birşey yoktur. Bununla beraber sizden dine ait bir konuda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir topluluk aleyhinde olmamak şartıyla, yardım etmek de üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı görüp gözetir.” buyuruyor. Bakara Suresi 218. Âyette“Şüphesiz inananlar ve Allah yolunda hicret edip savaşanlar; kesinlikle bunlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, gerçekten bağışlayıcı ve merhamet sahibidir.”, Bakara 218, Enfal 74, Tevbe 20… bu üç fiil tekrar tekrar beraber bağlanmış. Rasûlullâh“Düşmanla çarpışıldığı sürece hicret devam eder.”buyurdu.

Bu, bu gün bizim durumumuzla ilgili bir soru. Şevkani “Hicret sadece darul küfürle sınırlı bir konu değildir, sabit bir Emir ve güçlü bir Sünnettir. Eğer iyiliği emredip kötülüğe engel olamıyorsan hicret etmen gerekir. Mu’minler Allâh’a en iyi ibadet edebilecekleri bir yer bulmakla yükümlüdürler” der. Mekke ve Medine durumu hakkında belirsizliğimizden günümüzdeki durumumuz için eğer Şevkani’nin bu sözlerine başvursak; bu, hicretten muhal olduğumuz manasına gelmez. Hicret bir ülkeden diğerine, aynı ülkedeki başka bir şehre hatta aynı şehirdeki bir semtten başka semte olabilir. Şehrin semtlerinde Müslüman topraklarını bul; yozlaşmanın peşinden giden insanlar nerede, daha muhafazakâr, daha Dindar insanlar nerede? Bir Müslüman ailesiyle birlikte en iyi ortamda yaşamaya çalışmamalı mıdır?

Ne zaman senin ve ailenin fitneye maruz kaldığınızı ya da Allâh’a ibadet edemediğinizi anladığında hicret konusu geçerlidir.

Başka bir önemli konu da bazı yerlerin Darul İslâm olmasa da –çünkü derecelendirme, uygulanan kurala dayalıdır- Allâh’ın Kanunu ya da başka bir şey, biliyoruz ki hala darul küfür kategorisinde olmasına rağmen diğerlerine göre Allâh’a ibadetin daha rahat olduğu yerler var.

Ve başka konu –her belirtinin darul küfür olduğunu gösterdiği bir yerde ve sadece bu da değil, Allâh’ın Hükmü henüz uygulanmasa da her belirtinin o yer için gelecekte İslâm olduğu ve insanların İslâm’a doğru yol aldığı ve Allâh’ın insanları Müslüman olmak için ve İslâm’ın mesajını taşımak için hazırladığı yerler varken ailenle birlikte, şimdiden Müslümanlara düşman olan ve Rasûlullâh’ın Hadisi’ndeki gibi sonsuza dek de olacak olan bir yerde neden yaşayasın ve orada kalacak olasın?

Mesela Şam hakkında konuştuğumuzda, bugün Şam’da Allâh’ın Hükmü uygulanmamasına rağmen her işaret Şam’ın İslâm’a doğru yol aldığı ve İslâm toprağı olacağını gösteriyor. Ve orası kendisine yakın olmak isteyeceğimiz bir toprak olacak çünkü orası İslâm’ın önemli olaylarının meydana geleceği yerdir. Aynı şey Mekke ve Medine, Yemen, Horasan, Irak için de geçerlidir.

Yani evet bu gün bir İslâm yurdu yok ama ben çocuklarımı nerede yetiştirdiğimden sorumluyum ve eğer onlar için darul küfürde yaşamayı ben seçersem onlardan ve onların torunlarından vs onları alıp daha iyi bir ortama yerleştirme kararını vermediğim için ben sorumluyum. Hatta ribat ve Allâh Yolunda cihad topraklarına hicret bundan daha iyidir.

Rasûlullâh “bir gün ve bir gece nöbet bir ay oruçtan ve (oruçlu günlerin) gecesinin kıyamından daha hayırlıdır.” “Allah’ın yolunda (cihadda) bir saat ayakta durmak, kadir gecesini Haceru’l-Esved’in yanında ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır!” buyuruyor.

“Bir kadın Rasulullah’a geldi ve kocasının fi Sebilillah savaşmak için hicret ettiğini ve kendisinin eskiden kocasının ardında namaz kıldığını, onun ibadetlerini takip ettiğini söyledi ve Rasulullah’tan kocasının ameline yetişebileceği ona eşit bir şeyi kendisine haber vermesini istedi. Rasulullah ona “O dönünceye kadar bütün gece namaz kılabilir misin ve o dönene kadar her gün oruç tutabilir misin ve o dönene kadar sürekli Allah’ı zikredebilir misin?” Kadın‘hayır’ dedi, ‘yapamam’. Rasulullah, ‘eğer yapabilseydin bile bu kocanın şimdi yaptığının onda birine bile eşit olmazdı buyurdu.’” Bu hanım Namazın binle çarpıldığı (Mescidin bulunduğu) Medine’de yaşıyordu.

Allâh Yolunda hicret önemli bir ibadet. Bir müslüman Allâh düşmanlarına vergi ödediği Allâh düşmanlarının da onun parasını Müslümanlarla savaşmak için kullandığı bir yerde böyle bir durumda bulunmak istemez, kafirlerin sayısını artırdığı yerde böyle bir durumda yaşamak istemez ve kafirlerin kendi insanlarının aleyhinde emirler verdiği veya kendisine, Ümmete karşı savaşmasını emrettiği bir yerde, böyle bir durumda yaşamak istemez.

Bir Müslüman çocukları ve torunları için fitne olacak bir yerde yaşamak istemez. Bir Müslüman kendisinin Allâh’a ibadet edebileceği ama karısı ve çocukları için Allâh Yolunda sebat etmenin zor olacağı bir yerde yaşamak istemez.

Bir Müslümanın ibadeti için en iyi yeri bulması zorunludur. Mali durumumuz için en iyi olan yeri değil, ibadetimiz için en iyi olan yeri araştırmalıyız. Sonra Allâh rızkı gözetir (İnşâ Allâh). Allâh Yolunda hicret ederken amacımız bu olmalıdır.
Hicretle ilgili konuşurken ele alınması gereken başka bir konu daha var. O da bu gün Allâh Yolunda cihadın hükmü. Bu gün Allâh Yolunda cihadın zorunlu olduğunu biliyoruz. Çünkü bu zorunlu olan savunma cihadı. Bunun yanı sıra Müslümanların darul küfürden ayrılmaları gerekiyor, bir başka görev daha var; o da Allâh Yolunda cihad. Bu geride kalıp batıda yaşamayı seçen, cihad dahil yükümlülüklerini yerine getiren Müslümanları ayırır. Ya da taşınırsın çünkü eğer halihazırda yükümlülük olan bu ibadeti yerine getiremeden kalıyorsan bunun anlamı Allâh’a ibadet edemiyorsun demektir, Allâh’a ibadet edemiyorsan gitmen gerekir.
Bu konu hicretin bir parçası olmasa bile direkt olarak hicretle ilgilidir çünkü bu, bu gün her Müslümanın görevidir. Yani sonuç olarak batıda yaşayan herhangi biri, eğer geride kalmak istiyorlarsa o zaman cihada canlarıyla ya da mallarıyla katılmak zorundadırlar.

Çeviri: Qamar Al Quds

Darul Küfürde Gelecek Planlamak

Darul Küfürde Gelecek Planlamak

Günümüzde bazı kardeşlerimiz, çevrelerindeki kişilerin demokrasi, laiklik, oy kullanma, faizli alışveriş, harama bakmak, müzik dinlemek, erkek bayan karışık ortamlarda rahatça oturmak gibi birtakım günahları artık umursamadığını, hatta bunlara entegre olmaya başladıklarını müşahede etmiştir belki. Bunun asıl üzücü yönüyse bu insanların cahil ya da böyle yetişmiş kişiler olmayıp, aksine zamanında Dinlerine bağlı insanlar olması.

Hayal edelim, yarından itibaren ülkemiz İslâm Şeriatiyle yönetilmeye başlansa, dindar olarak gördüğümüz kişiler dahil olmak üzere kaç kişi çalışması gerekmeyen kız çocuklarını çalıştırmamaya, akraba toplantılarında erkekli kadınlı karışık oturmamaya, izlediği dizilerden, gittiği sinemalardan, giydiği kafir tarzı kıyafetlerden ve daha birçok günahtan vazgeçmeye razı olur? (Yoksa günahlarımız kalbimizin üzerinde pas mı tutmaya başladı?)

Yalan söylüyor olabilir miyiz? Çünkü, bunlardan vazgeçmeyen bir toplum nasıl olur da gerçekten Rabb’inin Şeriatını isteyebilir? Şeriati gerçekten isteyen ona uygun yaşamaz mı?

Peki neden böyle oldu? İşler nasıl bu raddeye vardı?

Günaha öyle sinsi bir şekilde alışılır ki, insan artık ondan ayrılmak dahi istemeyebilir. Evet, günah işlemek kötü bir şeydir, fakat kişinin bu günahtan kurtulmak istemesi ve bunun için çaba göstermesi dahi bir nimettir. Kişinin günah işlemesinden daha kötü olan şey ise, belki de o günahı artık pişmanlık duymadan işlemesi ve hatta ondan ayrılmak dahi istememesidir. Bunun daha ileri boyutu ise artık o yaptığını günah olarak görmemesidir.

Su nasıl konulduğu kabın şeklini alıyorsa, insan da bulunduğu ortamdan zaman içinde etkilenip oraya uyum sağlıyor. Dolayısıyla kişi, darul küfürde yaşaya yaşaya oranın özelliklerine alışabilir. Çünkü insan kendini bir yere ait hissetmek ister. Bu yüzden hicret etmeyip darul küfürde kalmayı tercih ederse, zamanla oranın bayrağını kendi bayrağı gibi benimseyip, askerini kendi Dininin Mücahitleri gibi görebilir. Kurumları laik dahi olsa ısrarla onları dindar olarak görmeye çalışır ve kendine bunun böyle olduğunu kabul ettirebilir. Ve bu temel tabularda dahi kendini bu denli kandırabilen insan, zamanla orada işlenen günahlara karşı da duyarsız hale gelip, bir süre sonra kendisi de aynı günahları rahatlıkla işleyebilir. Hatta bir süre sonra bu yapılanların günah olmadığını dahi düşünebilir. (İs yanına giden is, mis yanına giden mis kokar atasözü boşuna söylenmemiştir.)
Zamanında cihadla yatıp kalkan kişilerin çoluk çocuğa karıştıktan sonra erkek evlatlarının cihada çıkmasını istemediklerine dair hiçbir şey duymadınız mı? Ya da zamanında anayasamız Kur’ân diyen insanların demokrasiyle haşır neşir olduklarına dair?
İnsan, günahların içinde durarak belki bir süre karşı koyabilir, fakat buna devam ederse muhtemelen günahlar zamanla gözüne sıradan görünmeye başlayacak, ardından da o günahları işlemek gelecek. Kısacası kişi, hicret etmedikçe çayın içindeki şeker durumundadır. Onun erimemesi ancak Allâh’ın lütfuyla mümkün olabilir.

Bunun bir zararı da şudur; –ki bazı duyarlı kardeşler bunu hissediyordur belki- kişi, Ümmetin içler acısı durumuyla ilgili gördüğü acılı manzaralardan kısa süre sonra normal hayatına dönmekten yakınır. Aslında bu normal bir şeydir, çünkü insan bulunduğu ortama uyum sağlayan bir varlıktır. Dolayısıyla çevremizde her şey normal seyrinde akıp giderken, internette gördüğümüz acı bir manzaranın kaç gün üzerimizde etkili olmasını bekleyebiliriz ki? Muhtemelen kısa süre sonra eski hayatımıza devam ederiz.

İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir.

Hicret etmedikçe sevmediğimiz o sıradanlaşma duygusunun geçmesini beklememeliyiz. Kişi hicret etmedikçe, bilgisayarın başından kalktıktan kısa süre sonra muhtemelen yine kahkahalarla gülmeye başlayabilir, rahatlıkla yiyip içer ve işin daha da kötüsü bundan biraz daha uzun bir süre sonra artık bu olaylar umurunda bile olmayabilir. İşte insan zillete böyle alışmaktadır.

Bir de kimi kardeşler hicret etmeyi denedikten sonra eğer başarılı olamazsa sanki cihad edecek ya da hicret edebilecek başka hiçbir yer kalmamış gibi gerisin geri memleketine dönmeyi ve tağuti bir sistem altında yaşamaya devam etmeyi düşünüyor ve bunu düşünmek çok normal bir şeymiş gibi muhtemelen bu düşüncesini de yadırgamıyor bile.

Subhân Allâh, cihad sadece Şam’da değil kardeşler. Elbette Şeyh Eymen Ez-Zevahiri’nin de kısa süre önce yayınlanan ses kaydıyla Şam’a ilerlememiz gerektiğini anlıyoruz fakat bunu bir türlü başaramayan, yol bulamayan kardeşler için söylüyorum; Rasûlullâh (sav) Hadisi Şerifi’nin devamında Şam’dan sonra gerisin geri dönmeyi değil, Yemen’i tavsiye etti. Keza ona da yol bulamayan için Afganistan ve Somali kapıları hala açık.

Sonuç olarak gerçekten cihad ve hicret etmek istiyorsak imkan var. O halde bize düşen gerekli hazırlıkları görüp, yerimizde çakılıp kalmamak, darul küfürde gelecek planları yapmayıp, kendimizi ve planlarımızı hicret edilebilecek topraklara odaklamaktır. Ayrıca evet cihad sorumlu olan erkeğin vazifesi olabilir ama hicret için uygun mekan varsa ailemizi geride bırakmaktan sorumlu olup olmayacağımızı da iyi düşünmemiz gerekir. Biz gidince eşimiz, çocuklarımızı darul küfür olan bu yerde günahlardan sakındırarak yetiştirebilecek mi? Onları fiziksel olarak güvende olduklarını düşündüğüm bir ortamda bırakıyorum, peki bu ortam Dinleri için de gerçekten güvenli bir ortam sayılır mı? Yoksa onları geride bırakmam Dinleri için fitne mi olacak? Bunları düşünüp hesap etmemiz gerek. Ardınızda bıraktıklarınızdan sorumlu olmadığınızı söyleyebilir misiniz? Eğer aile efradımızın başına olumsuz bir şey gelmesi yazılmışsa, hicret etsek de etmesek de bu gerçekleşecektir. Hicret etmemek ya da aile efradınızı hicretten mahrum edip, onları tağutların gölgesi altında bırakıp gitmek, başlarına gelecek olumsuz hadiselerden onları korumaz. Sizin başınıza bir iş geldiği takdirde yaşayacakları ne gibi bir sıkıntı varsa (fakirlik, kimsenin sahip çıkmaması gibi) bunu nerede olursa olsun yaşayacaklardır, en güvendiğiniz kişilerin yanında olsalar bile…

Qamar Al Quds

(Not:Sitedeki İçeriklerin İslâm Dinine uygun olmayan materyallerle kullanılması uygun değildir.)

İşid’in Usame Bin Ladin’i Gizli Tekfiri

Tuhaf ve üzücü bir zamandayız; cihad hareketlerinde bağnaz hizip tutumunu Madhalis gibi değersiz cemaatlerde görüyoruz: Eğer tamamen onlarlaysan birçok hatana ve sapkınlığına rağmen methedilirsin, eğer tamamen onlardan değilsen insanların en dindar ve dürüstü de olsan saldırılır ve karalanırsın.

Düşünün! Boko Haram’ın kana susamış, sapkın ve tekfirde aşırı (1) lideri Ebu Bekir Şekeu gibi bir adamın İŞİD tarafından methedilip, dürüst bir Mücahid ve Ehli Sünnetten bir âlim olarak düşünülmesi ne kadar tuhaf ve üzücü. Hem de Şeyh Eymen Ez-Zevahiri gibi büyük bir Mücahid lider IŞİD tarafından karalanıp saygısızlığa uğrarken, ya da Molla Ahtar Mansur gibi bir Mücahid, tağut, Pakistan ajanı, deccal (2) vs diye adlandırılırken. Ya da Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi ve Şeyh Ebu Katade El-Filistini en kötü şekilde yerilirken Ebu Bekir Şekeu övülüyor? Kim böyle bir şeyi tahayyül edebilirdi?

Bu Peygamber’in (sav) Hadisini hatırlatıyor; “Öyle bir zaman gelecek ki doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hâin sayılacak, hâinlere güvenilecek.” (Ahmed)

Nasıl olur? Nedeni basit, çünkü Ebu Bekir Şekeu İŞİD’e biat etti, diğerleri etmedi. Onlar İŞİD’e biat ttiklerinde aynı zamanda dürüst Mücahid ve âlim oluverdiler, Ebu Bekir Şekeu gibi sapkın da olsa. Geçmiş gelecek bütün günahları basit bir biatle affedilir.

Düşünün! Biat etmeyen diğer grupları sapkın, kafir olarak görürken, Boko Haram gibi sapkın bir grubu dürüst bir Mücahid grubu olarak gördüler. İşid kendisi hilafetini ilan etmeden önce onları, kendilerine biat etmeyen grupları, dürüst Mücahidler olarak görmesine rağmen; Eş-Şebab, Ensaruş-Şeria (Yemen ve Libya’daki her ikisi de), Taliban, Nusret Cephesi, El-Murabitun, Derna Şura Meclisi vs vs.

Dünya tersine döndü Subhân Allâh, ve insanlar bu açık sapkınlığı nasıl kör bir şekilde takip ediyor ilginç. Tıpkı Şeyh Abdullâh El-Muhaysini’nin söylediği gibi: “İşid’i destekleyen ve onlara yardım edenlere şaşırıyorum. Allâh’a and olsun, Mesih’in takipçilerinin iki gözü arasında açıkça kafir yazılı olmasına rağmen deccali nasıl takip edebileceklerini merak ediyordum. Ve şimdi insanların, Bağdadi’nin Müslümanları nasıl öldürdüğünü ve haksız yere onları tekfir ettiğini (3) görürken onu nasıl takip edebildiğine şaşırıyorum.

İşid, bu bağnaz desteğin tasavvur edilemeyen boyutu için insanları yanlış yönlendirmede farklı teknikler kullanmıştı. Taktiklerinden biri Müslümanların Şeyh Usame bin Ladin’e, Molla Ömer’e (Rh) ve diğer vefat etmiş Mücahid lider ve âlimlere duydukları sevgi ve saygıyı suistimal etmekti. Ve genel olarak Müslümanları ve takipçilerini, El-Kaide Şeyh Usame’den sonra değişti, Taliban Molla Ömer’den sonra değişti diye aldattılar.

Küresel cihad hareketinin tarihini bilmeyen tecrübesiz gençliği yanlış yönlendirmeye çalışıyorlar. Aldatmaya çalıştıkları gençlerin çoğu Arap devrimlerinden sonra cihad hareketiyle irtibat kurmaya başladı. Onları, El-Kaide ve Taliban değişti ve bugün olanlar Şeyh Usame ve Molla Ömer günlerinde olmamıştı diye ikna etmeye çalışıyorlar. Eğer cihad hareketi tarihine yakından bakarsak bunların apaçık yalanlar olduğunu görürüz.

Bu tarihi gerçekler ortaya çıktığı zaman, İşid genel olarak Müslümanlara ve onların takipçilerine El-Kaide ve Taliban’ın baştan beri sapkın olduğunu söylemiş olduklarını kabul etmek zorunda kalacak. Ve muhtemelen bu tarihi gerçekleri şimdiye dek bilmedikleri bahanesini kullanacaklardır. Birçok olayda gördüğümüz gibi; bu, onların varılacak hedefe kademeli yaklaşımıydı.

Bütün cihad gruplarını tekfir etselerdi kendilerine hiçbir takipçi, katılımcı ve kendilerini destekleyen biri bulamayacaklarını biliyorlardı –şimdi birbiri ardına kafir diye etiketliyorlar- Ne zamanki; vakit uygun hale geldi, müdavim takipçileri oldu, yeterince biat topladılar ve diğer cihadi gruplarla olan şüpheli konumları hakkında açıklama yapmaları için baskı yapıldı, işte o zaman bu gizledikleri tekfiri gün yüzüne çıkardılar. Keza sonunda, aynı menheci paylaştıklarını iddia ederek şu an suistimal ettikleri Şeyh Usame bin Ladin, Molla Ömer, Ebu Musab Zerkavi, Ebu Yahya El-Libi, Atiyetullah Libi gibi liderler ve alimlerle olan saklı durumlarını da kademeli olarak göstermek zorunda kalacaklar.

Yemen ve Somali’deki Mücahidlerden hala biat ümit ediyorlardı, biraz tutunmak için çabalıyorlardı. Fakat şimdi, onların İşid’e biat etmeyi reddetmesiyle halifeliklerini genişletmedeki son ümitleri de yok oldu ve renklerini daha çok göstermeye başladılar (4). Yemen’deki Şer’ileri Ebu Muhammed El-Kinani sonunda tekfirleriyle ve AQAP’a (Yemen El-Kaidesi) karşı savaş ilanıyla çıktı. Bu yüzden eğer Şeyh Usame bin Ladin’e, Molla Ömer’e ve diğer vefat etmiş Mücahid âlim ve liderlere karşı sonunda gerçek duruşlarını sergilerlerse bu kimseye sürpriz olmaz.

Bunu hala yaşayan Şeyhlere de yaptılar; Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi, Şeyh Ebu Katade El-Filistini, Şeyh Eymen Ez-Zevahiri, Şeyh Hasan Nazari gibi. Onlara aptal, bunak, eşek, hatta korkak p.. bile dediler(5). Onları kınamakta aceleciydiler çünkü onlar hayattaydı ve İşid’in sapkınlıklarını çürütüp, onlara karşılık verebilirlerdi, vefat etmiş âlim ve liderler böyle bir tehdit oluşturmuyordu, bu yüzden onların isimlerini hala suistimal edebiliyorlar. Eğer onlar hayatta olsalardı yine aynı iftiralar ve küfürle onları suçlayacaklardı. Dabık (6) ismindeki dergilerinin birinde Şeyh Usame bin Ladin’e dahi iftira attılar ve onu irca ile suçladılar. Fakat halkın kabul edip etmeyeceğini değerlendirdikten sonra açıkça zamanın uygun olmadığını anladılar. Çünkü insanlar sert bir ters tepkiyle karşı koydu, onlar da hemen bu cümleyi geri çekip, insanların manasını yanlış anladıklarını açıkladılar. Ayrıca Molla Ömer’e de iftira attılar, fakat onun şehadetini öğrenince söylemlerini daha çok kabul gören ‘Taliban onun vefatından sonra değişti’ söylemiyle değiştirdiler(7).

Bu yüzden onların 17 sene boyunca Şeyh Ebu Musab Es-Suri, Şeyh Yusuf El-Uyeyri, Şeyh Atiyetullâh El-Libi ve diğer birçokları tarafından etraflıca ele alınmış eski tartışmalı meseleleri araştırdıklarını görüyoruz. Onların Molla Ömer için taziyelerini bildirirken onun takipçisi Molla Ahtar Mansur’a Molla Ömer zamanında olan konulardan ötürü iftira atıp, onu tağut olarak adlandırdıklarını görürsün. Mesela Taliban’ın Molla Ömer ve Şeyh Usame zamanında Suudi Arabistan, Arap Emirlikleri ve Katar’da üç elçilik açtığını reddedip, Katar’da siyasi bir ofis açtığını iddia ederler.

Bir başka suçlama ise yine yeni olmayan Taliban’ın BM’ye giriş teklif ettiğidir. Bu 17’yi aşkın sene önce Molla Ömer’in yönetimi altında gerçekleşti. Bu teklifi yaptığında açıkça Taliban’ın ancak Şeriat’la çelişen hiçbir kuralı takip etmek zorunda olmadığı ve takip etmeyeceğini belirtti. Onların bu hareketi insani sebeplerden ve Afgan halkının acısından ötürü bu yöndeydi.

Çoktan çürütülmüş eski suçlamaları araştırıyorlar ve bölünme ve karışıklığı yaymak için onlara yeni kılıflar uyduruyorlar. Mesela; şu anda Taliban’ı Pakistan ajanı olmakla suçluyorlar, bilinmelidir ki bu, Afgan savaşında Taliban’la savaşmamak için bazı Arap Mücahidlerin yaptığı suçlamanın aynısıdır; Taliban’ı Pakistan hükümetinden yardım aldığına dair suçladılar ve Şeyh Ebu Musab Es-Suri bu suçlamayı detaylı bir şekilde çürüttü.

Ayrıca Şeyh Ebu Musab Es-Suri’nin Molla Ömer’in de Suud kralı Fahd bin AbdulAzîz’e ve birçok Arap hükümetine tebrik mesajı gönderdiği hakkında konuşurken, Taliban’ın kafir Arap ülkelerini tebrik ettiği için değiştiğini söylediler. Diğer suçlama, 18 sene önce Taliban kendileriyle çalışması gereken 52 “İslâmî” ülkeyle samimi olduğunu düşündüğünü belirten bir açıklama yayınlamışken Taliban’ın “İslâmî” komşu ülkelere karşı samimi politikalar izlemesidir. Taliban’ın “İslâmî” komşu ülkelere karşı yakın politika gösterdiğidir. Tüm bunlar El-Kaide bu hükümetleri tekfir ettiği zaman gerçekleşti.

Suçlamaların örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Buna katılmıyorsanız bu bir problem değil, birçok Mücahid liderleri ve âlimleri Taliban’ın belirli Şeri politikalarına katılmadı ve bununla ilgili onlara nasihatte bulundular ve Taliban da bundan sonra durumunu değiştirdi. Fakat problem yalanlar, gerçekten İşid Taliban Molla Ömer’den sonra Molla Ahtar’ın döneminde değişti diye açıklama yaparak insanları aldatıyor. Molla Ömer’i dahi kafirlikle suçladıklarını itiraf etmek içinse çok korkak ve zayıflar çünkü ters tepkiden korkuyorlar.

Bunlar yeni değil, eski ve bilinen suçlamalar, peki o zaman neden geçmişte Taliban’ı övdüler? Eğer gördükleri gibi Molla Ömer zamanında bu ‘irtidatı’ da eleştirdiklerini itiraf ediyorlarsa açıklamalılardı, çünkü önceden bunu amaçlamamışlardı. Ve eğer bunu itiraf ediyorlarsa o zaman bu zincirleme bir etki oluşturur, çünkü Taliban çatısı altındaki bütün diğer Mücahid âlim ve liderleri, hatta Ebu Musab Zerkavi’yi bile eleştirmek zorunda kalırlar. Çünkü onlar bu meseleleri biliyorlardı ve hala da Taliban’a bağlıydılar. Ayrıca İşid kendisi bile El-Kaide ve Taliban’a biatliydi, bu bilinen meselelere rağmen. Yani geçmişte bu konularla ilgili sessizken şimdi bunları gündeme getirmek, bu itirazları sadece politik bir bahane olarak Hilafetlerini güçlendirmek, toy askerlerini bu hilekâr suçlamalarla motive etmek ve her muhalife karşı giriştikleri savaşlarını meşrulaştırmak için kullandıklarını ispat ediyor. Şeyh Usame’yle Ebu Bekir El-Bağdadi arasındaki fark; Şeyh Usame hataları düzeltmeye çalışırken Bağdadi’nin onlardan yararlanmaya çalışmasıdır.

Problem, İşid ve destekçilerinin –bu gibi suçlama, yalan ve uydurmalarla Ümmetin cihadını tehlikeye atsalar dahi- kendi muhaliflerinin kötülenmesiyle ilgili hiçbir şey yapmayacak olmaları. Molla Ömer’in Molla Dadullâh’a başsağlığı dileğinde bulunduğu ve (onun yakın arkadaşı) Mansur Dadullâh’a karşı uyardığı bir ses kaydı yayınladılar. Molla Dadullâh’ın şehadetinden sonra Molla Ömer, Mansur Dadullâh’a karşı uyarıda bulundu ve onu açık sapkınlıklardan dolayı sınırdışı etti. İşid destekçileri çeviriyi uydurup, “Mansur” kelimesini suistimal ettiler. Ezilmiş Ümmet için endişelenerek değil, böyle yalan ve uydurmalarla Afgan Mücahidlerin safları arasında bölünmeyi arzulayarak onun (Molla Ömer’in) takipçilerini Molla Ahtar Mansur’a karşı uyardığını belirtip, bu şekilde çevirdiler. Bu aptallıkla ilgili ironik ve üzücü olan şey ise; Molla Ömer’in hakkında uyardığı asıl kişi olan Molla Dadullâh’ın Afganistan’da İşid’e katılıp onlara biat etmesidir!

Lütfen şu dipnotları okumayı unutmayınız:

1) Ebu Bekir Şekau Ehli Sünnet olan grupları da Mutezile ve Kaderiye gibi bidat sahibi olarak sınıflandırıp tekfir ediyor.

2) İşid’in Şer’isi Ebu Meysere Eş-Şami, İşid’in resmi kaynak ve yayınlarından birinde Taliban’a tağut, Molla Ahtar Mansur’a deccal dedi.

3) İsviçre İslâm Konseyi tarafından yönetilen Şeyh Abdullâh Muhaysini’nin “İslâm Devleti ve Ben” isimli röportajından

4) İşid, kendi dergisi Dabık’ta yayınlanan, Ebu Meysere Eş-Şami’nin “Ey Eş-Şebab: Aptal bunak Taliban tağutuna biat etti!” başlıklı bir makalesinde Şebab’a son, vahim bir müracaatta bulunmayı denedi. (Aptal bunakla Şeyh Eymen Ez-Zevahiri’yi kastettiler)

5) Ebu Meysere Eş-Şami, Arapça makalesinde Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi ve Şeyh Ebu Katade için “Korkak p…e bir cevap” diye hitap etti. Fakat İşid destekçileri bu makaleyi İngilizceye çevirmeye izin vermedi, tıpkı “Sahvelerin boşadıkları eşlerini bilgilendirme” başlıklı benzer makalede olduğu gibi. Çünkü İngilizce konuşan okuyucu kitlelerinden ve destekçilerinden açıkça ters tepki gelmesinden korkuyorlar. Yazdıkları öyle pis ve sapkınca şeyler ki biz bu makalede onlara yer veremiyoruz. Fakat burada iki kısım özete ulaşılabilir; http://justpaste.it/poisonous_tongues Ebu Meysere Eş-Şami ve Ebu Muhammed El-Adnani de Şeyh Eymen Ez-Zevahiri’ye ‘gerçeği görmekten uzak aptal yaşlı bir bunak’ dedi. Bunlar İşid’in halen hayatta olan Mücahid âlim ve liderlere karşı ne kadar saygısızca davrandığına dair bazı örnekler, hem de vefat eden Mücahid âlim ve liderleri takip ettiğini açıklarken. Böyle bir açıklamaya kim inanır ki?

6) Ebu Cerir Eş-Şemali’nin “Veziristan El-Kaidesi içinden bir şahitlik” (isimli) yayınlanan makalesinde Şeyh Usame hakkındaki iftiralar.

7) Yine Ebu Meysere Eş-Şami’nin “Ez-Zevahiri’nin Kaidesi, El-Hariri ve Nazari ve olmayan Yemen hikmeti” (isimli) yayınlanan makalesinde Molla Ömer hakkındaki iftiralar.

Çevrildiği Kaynak: https://alminara.wordpress.com/2015/11/27/1565/