İşid’in Şeyhleriyle Şeyh Usame Arasındaki Farklar

Tuhaf ve üzücü bir zamandayız; cihad hareketlerinde bağnaz hizip tutumunu Madhalis gibi değersiz cemaatlerde görüyoruz: Eğer tamamen onlarlaysan birçok hatana ve sapkınlığına rağmen methedilirsin, eğer tamamen onlardan değilsen insanların en dindar ve dürüstü de olsan saldırılır ve karalanırsın.

Düşünün! Boko Haram’ın kana susamış, sapkın ve tekfirde aşırı (1) lideri Ebu Bekir Şekeu gibi bir adamın İŞİD tarafından methedilip, dürüst bir Mücahid ve Ehli Sünnetten bir âlim olarak düşünülmesi ne kadar tuhaf ve üzücü. Hem de Şeyh Eymen Ez-Zevahiri gibi büyük bir Mücahid lider IŞİD tarafından karalanıp saygısızlığa uğrarken, ya da Molla Ahtar Mansur gibi bir Mücahid, tağut, Pakistan ajanı, deccal (2) vs diye adlandırılırken. Ya da Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi ve Şeyh Ebu Katade El-Filistini en kötü şekilde yerilirken Ebu Bekir Şekeu övülüyor? Kim böyle bir şeyi tahayyül edebilirdi?

Bu Peygamber’in (sav) Hadisini hatırlatıyor; “Öyle bir zaman gelecek ki doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hâin sayılacak, hâinlere güvenilecek.” (Ahmed)

Nasıl olur? Nedeni basit, çünkü Ebu Bekir Şekeu İŞİD’e biat etti, diğerleri etmedi. Onlar İŞİD’e biat ttiklerinde aynı zamanda dürüst Mücahid ve âlim oluverdiler, Ebu Bekir Şekeu gibi sapkın da olsa. Geçmiş gelecek bütün günahları basit bir biatle affedilir.

Düşünün! Biat etmeyen diğer grupları sapkın, kafir olarak görürken, Boko Haram gibi sapkın bir grubu dürüst bir Mücahid grubu olarak gördüler. İşid kendisi hilafetini ilan etmeden önce onları, kendilerine biat etmeyen grupları, dürüst Mücahidler olarak görmesine rağmen; Eş-Şebab, Ensaruş-Şeria (Yemen ve Libya’daki her ikisi de), Taliban, Nusret Cephesi, El-Murabitun, Derna Şura Meclisi vs vs.

Dünya tersine döndü Subhân Allâh, ve insanlar bu açık sapkınlığı nasıl kör bir şekilde takip ediyor ilginç. Tıpkı Şeyh Abdullâh El-Muhaysini’nin söylediği gibi: “İşid’i destekleyen ve onlara yardım edenlere şaşırıyorum. Allâh’a and olsun, Mesih’in takipçilerinin iki gözü arasında açıkça kafir yazılı olmasına rağmen deccali nasıl takip edebileceklerini merak ediyordum. Ve şimdi insanların, Bağdadi’nin Müslümanları nasıl öldürdüğünü ve haksız yere onları tekfir ettiğini (3) görürken onu nasıl takip edebildiğine şaşırıyorum.

İşid, bu bağnaz desteğin tasavvur edilemeyen boyutu için insanları yanlış yönlendirmede farklı teknikler kullanmıştı. Taktiklerinden biri Müslümanların Şeyh Usame bin Ladin’e, Molla Ömer’e (Rh) ve diğer vefat etmiş Mücahid lider ve âlimlere duydukları sevgi ve saygıyı suistimal etmekti. Ve genel olarak Müslümanları ve takipçilerini, El-Kaide Şeyh Usame’den sonra değişti, Taliban Molla Ömer’den sonra değişti diye aldattılar.

Küresel cihad hareketinin tarihini bilmeyen tecrübesiz gençliği yanlış yönlendirmeye çalışıyorlar. Aldatmaya çalıştıkları gençlerin çoğu Arap devrimlerinden sonra cihad hareketiyle irtibat kurmaya başladı. Onları, El-Kaide ve Taliban değişti ve bugün olanlar Şeyh Usame ve Molla Ömer günlerinde olmamıştı diye ikna etmeye çalışıyorlar. Eğer cihad hareketi tarihine yakından bakarsak bunların apaçık yalanlar olduğunu görürüz.

Bu tarihi gerçekler ortaya çıktığı zaman, İşid genel olarak Müslümanlara ve onların takipçilerine El-Kaide ve Taliban’ın baştan beri sapkın olduğunu söylemiş olduklarını kabul etmek zorunda kalacak. Ve muhtemelen bu tarihi gerçekleri şimdiye dek bilmedikleri bahanesini kullanacaklardır. Birçok olayda gördüğümüz gibi; bu, onların varılacak hedefe kademeli yaklaşımıydı.

Bütün cihad gruplarını tekfir etselerdi kendilerine hiçbir takipçi, katılımcı ve kendilerini destekleyen biri bulamayacaklarını biliyorlardı –şimdi birbiri ardına kafir diye etiketliyorlar- Ne zamanki; vakit uygun hale geldi, müdavim takipçileri oldu, yeterince biat topladılar ve diğer cihadi gruplarla olan şüpheli konumları hakkında açıklama yapmaları için baskı yapıldı, işte o zaman bu gizledikleri tekfiri gün yüzüne çıkardılar. Keza sonunda, aynı menheci paylaştıklarını iddia ederek şu an suistimal ettikleri Şeyh Usame bin Ladin, Molla Ömer, Ebu Musab Zerkavi, Ebu Yahya El-Libi, Atiyetullah Libi gibi liderler ve alimlerle olan saklı durumlarını da kademeli olarak göstermek zorunda kalacaklar.

Yemen ve Somali’deki Mücahidlerden hala biat ümit ediyorlardı, biraz tutunmak için çabalıyorlardı. Fakat şimdi, onların İşid’e biat etmeyi reddetmesiyle halifeliklerini genişletmedeki son ümitleri de yok oldu ve renklerini daha çok göstermeye başladılar (4). Yemen’deki Şer’ileri Ebu Muhammed El-Kinani sonunda tekfirleriyle ve AQAP’a (Yemen El-Kaidesi) karşı savaş ilanıyla çıktı. Bu yüzden eğer Şeyh Usame bin Ladin’e, Molla Ömer’e ve diğer vefat etmiş Mücahid âlim ve liderlere karşı sonunda gerçek duruşlarını sergilerlerse bu kimseye sürpriz olmaz.

Bunu hala yaşayan Şeyhlere de yaptılar; Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi, Şeyh Ebu Katade El-Filistini, Şeyh Eymen Ez-Zevahiri, Şeyh Hasan Nazari gibi. Onlara aptal, bunak, eşek, hatta korkak p.. bile dediler(5). Onları kınamakta aceleciydiler çünkü onlar hayattaydı ve İşid’in sapkınlıklarını çürütüp, onlara karşılık verebilirlerdi, vefat etmiş âlim ve liderler böyle bir tehdit oluşturmuyordu, bu yüzden onların isimlerini hala suistimal edebiliyorlar. Eğer onlar hayatta olsalardı yine aynı iftiralar ve küfürle onları suçlayacaklardı. Dabık (6) ismindeki dergilerinin birinde Şeyh Usame bin Ladin’e dahi iftira attılar ve onu irca ile suçladılar. Fakat halkın kabul edip etmeyeceğini değerlendirdikten sonra açıkça zamanın uygun olmadığını anladılar. Çünkü insanlar sert bir ters tepkiyle karşı koydu, onlar da hemen bu cümleyi geri çekip, insanların manasını yanlış anladıklarını açıkladılar. Ayrıca Molla Ömer’e de iftira attılar, fakat onun şehadetini öğrenince söylemlerini daha çok kabul gören ‘Taliban onun vefatından sonra değişti’ söylemiyle değiştirdiler(7).

Bu yüzden onların 17 sene boyunca Şeyh Ebu Musab Es-Suri, Şeyh Yusuf El-Uyeyri, Şeyh Atiyetullâh El-Libi ve diğer birçokları tarafından etraflıca ele alınmış eski tartışmalı meseleleri araştırdıklarını görüyoruz. Onların Molla Ömer için taziyelerini bildirirken onun takipçisi Molla Ahtar Mansur’a Molla Ömer zamanında olan konulardan ötürü iftira atıp, onu tağut olarak adlandırdıklarını görürsün. Mesela Taliban’ın Molla Ömer ve Şeyh Usame zamanında Suudi Arabistan, Arap Emirlikleri ve Katar’da üç elçilik açtığını reddedip, Katar’da siyasi bir ofis açtığını iddia ederler.

Bir başka suçlama ise yine yeni olmayan Taliban’ın BM’ye giriş teklif ettiğidir. Bu 17’yi aşkın sene önce Molla Ömer’in yönetimi altında gerçekleşti. Bu teklifi yaptığında açıkça Taliban’ın ancak Şeriat’la çelişen hiçbir kuralı takip etmek zorunda olmadığı ve takip etmeyeceğini belirtti. Onların bu hareketi insani sebeplerden ve Afgan halkının acısından ötürü bu yöndeydi.

Çoktan çürütülmüş eski suçlamaları araştırıyorlar ve bölünme ve karışıklığı yaymak için onlara yeni kılıflar uyduruyorlar. Mesela; şu anda Taliban’ı Pakistan ajanı olmakla suçluyorlar, bilinmelidir ki bu, Afgan savaşında Taliban’la savaşmamak için bazı Arap Mücahidlerin yaptığı suçlamanın aynısıdır; Taliban’ı Pakistan hükümetinden yardım aldığına dair suçladılar ve Şeyh Ebu Musab Es-Suri bu suçlamayı detaylı bir şekilde çürüttü.

Ayrıca Şeyh Ebu Musab Es-Suri’nin Molla Ömer’in de Suud kralı Fahd bin AbdulAzîz’e ve birçok Arap hükümetine tebrik mesajı gönderdiği hakkında konuşurken, Taliban’ın kafir Arap ülkelerini tebrik ettiği için değiştiğini söylediler. Diğer suçlama, 18 sene önce Taliban kendileriyle çalışması gereken 52 “İslâmî” ülkeyle samimi olduğunu düşündüğünü belirten bir açıklama yayınlamışken Taliban’ın “İslâmî” komşu ülkelere karşı samimi politikalar izlemesidir. Taliban’ın “İslâmî” komşu ülkelere karşı yakın politika gösterdiğidir. Tüm bunlar El-Kaide bu hükümetleri tekfir ettiği zaman gerçekleşti.

Suçlamaların örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Buna katılmıyorsanız bu bir problem değil, birçok Mücahid liderleri ve âlimleri Taliban’ın belirli Şeri politikalarına katılmadı ve bununla ilgili onlara nasihatte bulundular ve Taliban da bundan sonra durumunu değiştirdi. Fakat problem yalanlar, gerçekten İşid Taliban Molla Ömer’den sonra Molla Ahtar’ın döneminde değişti diye açıklama yaparak insanları aldatıyor. Molla Ömer’i dahi kafirlikle suçladıklarını itiraf etmek içinse çok korkak ve zayıflar çünkü ters tepkiden korkuyorlar.

Bunlar yeni değil, eski ve bilinen suçlamalar, peki o zaman neden geçmişte Taliban’ı övdüler? Eğer gördükleri gibi Molla Ömer zamanında bu ‘irtidatı’ da eleştirdiklerini itiraf ediyorlarsa açıklamalılardı, çünkü önceden bunu amaçlamamışlardı. Ve eğer bunu itiraf ediyorlarsa o zaman bu zincirleme bir etki oluşturur, çünkü Taliban çatısı altındaki bütün diğer Mücahid âlim ve liderleri, hatta Ebu Musab Zerkavi’yi bile eleştirmek zorunda kalırlar. Çünkü onlar bu meseleleri biliyorlardı ve hala da Taliban’a bağlıydılar. Ayrıca İşid kendisi bile El-Kaide ve Taliban’a biatliydi, bu bilinen meselelere rağmen. Yani geçmişte bu konularla ilgili sessizken şimdi bunları gündeme getirmek, bu itirazları sadece politik bir bahane olarak Hilafetlerini güçlendirmek, toy askerlerini bu hilekâr suçlamalarla motive etmek ve her muhalife karşı giriştikleri savaşlarını meşrulaştırmak için kullandıklarını ispat ediyor. Şeyh Usame’yle Ebu Bekir El-Bağdadi arasındaki fark; Şeyh Usame hataları düzeltmeye çalışırken Bağdadi’nin onlardan yararlanmaya çalışmasıdır.

Problem, İşid ve destekçilerinin –bu gibi suçlama, yalan ve uydurmalarla Ümmetin cihadını tehlikeye atsalar dahi- kendi muhaliflerinin kötülenmesiyle ilgili hiçbir şey yapmayacak olmaları. Molla Ömer’in Molla Dadullâh’a başsağlığı dileğinde bulunduğu ve (onun yakın arkadaşı) Mansur Dadullâh’a karşı uyardığı bir ses kaydı yayınladılar. Molla Dadullâh’ın şehadetinden sonra Molla Ömer, Mansur Dadullâh’a karşı uyarıda bulundu ve onu açık sapkınlıklardan dolayı sınırdışı etti. İşid destekçileri çeviriyi uydurup, “Mansur” kelimesini suistimal ettiler. Ezilmiş Ümmet için endişelenerek değil, böyle yalan ve uydurmalarla Afgan Mücahidlerin safları arasında bölünmeyi arzulayarak onun (Molla Ömer’in) takipçilerini Molla Ahtar Mansur’a karşı uyardığını belirtip, bu şekilde çevirdiler. Bu aptallıkla ilgili ironik ve üzücü olan şey ise; Molla Ömer’in hakkında uyardığı asıl kişi olan Molla Dadullâh’ın Afganistan’da İşid’e katılıp onlara biat etmesidir!

Lütfen şu dipnotları okumayı unutmayınız:

1) Ebu Bekir Şekau Ehli Sünnet olan grupları da Mutezile ve Kaderiye gibi bidat sahibi olarak sınıflandırıp tekfir ediyor.

2) İşid’in Şer’isi Ebu Meysere Eş-Şami, İşid’in resmi kaynak ve yayınlarından birinde Taliban’a tağut, Molla Ahtar Mansur’a deccal dedi.

3) İsviçre İslâm Konseyi tarafından yönetilen Şeyh Abdullâh Muhaysini’nin “İslâm Devleti ve Ben” isimli röportajından

4) İşid, kendi dergisi Dabık’ta yayınlanan, Ebu Meysere Eş-Şami’nin “Ey Eş-Şebab: Aptal bunak Taliban tağutuna biat etti!” başlıklı bir makalesinde Şebab’a son, vahim bir müracaatta bulunmayı denedi. (Aptal bunakla Şeyh Eymen Ez-Zevahiri’yi kastettiler)

5) Ebu Meysere Eş-Şami, Arapça makalesinde Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi ve Şeyh Ebu Katade için “Korkak p…e bir cevap” diye hitap etti. Fakat İşid destekçileri bu makaleyi İngilizceye çevirmeye izin vermedi, tıpkı “Sahvelerin boşadıkları eşlerini bilgilendirme” başlıklı benzer makalede olduğu gibi. Çünkü İngilizce konuşan okuyucu kitlelerinden ve destekçilerinden açıkça ters tepki gelmesinden korkuyorlar. Yazdıkları öyle pis ve sapkınca şeyler ki biz bu makalede onlara yer veremiyoruz. Fakat burada iki kısım özete ulaşılabilir; http://justpaste.it/poisonous_tongues Ebu Meysere Eş-Şami ve Ebu Muhammed El-Adnani de Şeyh Eymen Ez-Zevahiri’ye ‘gerçeği görmekten uzak aptal yaşlı bir bunak’ dedi. Bunlar İşid’in halen hayatta olan Mücahid âlim ve liderlere karşı ne kadar saygısızca davrandığına dair bazı örnekler, hem de vefat eden Mücahid âlim ve liderleri takip ettiğini açıklarken. Böyle bir açıklamaya kim inanır ki?

6) Ebu Cerir Eş-Şemali’nin “Veziristan El-Kaidesi içinden bir şahitlik” (isimli) yayınlanan makalesinde Şeyh Usame hakkındaki iftiralar.

7) Yine Ebu Meysere Eş-Şami’nin “Ez-Zevahiri’nin Kaidesi, El-Hariri ve Nazari ve olmayan Yemen hikmeti” (isimli) yayınlanan makalesinde Molla Ömer hakkındaki iftiralar.

Çevrildiği Kaynak:
https://alminara.wordpress.com/2015/11/27/1565/

deccalin ordusu: masonlar ve satanist tarikatler

EsSelâmu aleykum
Hamd Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya, salât ve Selâm O’nun alemlere rahmet olarak gönderdiği son Nebi Muhammed sav’imin üzerine olsun.

Kendi Şeriatlerini tahrif eden yahudi ve hristiyanlar uzun süredir Ehli Sünnet Müslümanların da tertemiz dinleri olan İslam’ı değiştirmek, Allâh’ın hak yolunu eğri göstermek için çabalıyorlar. Bunun için hem kendileri hem cinleri ciddi manada çalışma sergiliyor.
Geçenlerde Gazeteci Fiona Barret’ın açıklamalarından kaleme alınan “Dünyayı sübyancı satanistler yönetiyor” konulu makaleyi okumuşsunuzdur. Bu makale birçok saklı gerçeği ifşa etti. Fiona Barret’ın kendisi de dahil olmak üzere küçük yaştaki çocuklara devlet başkanlarından, CIA’den, medyadan, öğretim görevlilerinden, yargıçlardan, ünlü isimlerin arasından bazı kişilerin nasıl tecavüz ettiği, işkence ettiğini açıklamıştı. Fiona çocukken başına gelenleri ayrıntılı şekilde resmetmiş, henüz küçücük bir çocukken ABD Devlet Başkanı Richard Nixon’ın ve eski Avustralya Başbakanı Whitlam’ın kendisine nasıl tecavüz ettiğini, 5 yaşındayken CIA ajanı Dr. John Gittinger’ın kendisine nasıl işkence ettiğini, bu tarikatlerde çocukların uyuşturucu ve hipnozla ne hale getirildiğini resmetmiş. Resimleri görmek dahi insanın psikolojisini alt üst ediyor. Fiona’ya tecavüz ve/veya işkence edenler arasında ünlü eşcinsel müzisyen Elthon John, aktör Bruce Spence, eski Avustralya Eğitim Bakanı Kim Beazley Sr, eski Avustralya Başbakanı Bob Hawke, Paul Keating ve ünlü hollywood yıldızı Nicole Kidman’ın babası Anthony Kidman gibi isimler de var. Fiona’nın çizdiği bazı resimler şu şekilde;

screenshot_2016-11-19-19-18-06-1
Fiona burada askeri bir uçağa bindiriliyor, uçakta ABD eski Devlet Başkanı Richard Nixon onu bekliyor

12308181_1705102693042705_9063074657676961844_o1ABD eski Devlet Başkanı Richard nixon uçağın arka kısmındaymış, Fiona’ya ismini ve yaşını soruyor, 5 yaşında olduğunu öğrenince memnun oluyor ve onu yanına çağırıyor.

12273740_1705102826376025_5764428696307721672_o1
Resimde “Nixon’ın vahşi tecavüzü” yazıyor.

12307371_1705102893042685_2534564828294175374_o1
“Nixon kanayana kadar başımın üstüne vurdu”

12309617_1705112313041743_1687539872357453544_o1
İşkenceler. Fiona annesini sayıklıyor. CIA’de çalışan Doktor Gittinger ise ‘anne seni sevmiyor, ben seni seviyorum’ diyor.

12322944_1705112269708414_4791791430971835083_o1
Gittinger Fiona’ya işkence ediyor, Fiona ‘annecim’ diyerek annesini sayıklıyor ve kan kusuyor.

12314292_1705112396375068_1140045989575135763_o1
Gittinger’ın kendisine yaptığı işkenceler. Fiona burda henüz 5 yaşında.

12304564_1705133813039593_7519823873481641629_o1
Fiona bu resimde satanist ayinlerden birini resmetmiş. Solda ünlü hollywood yıldızı Nicole Kidman’ın babası Anthony Kidman da var. Fiona bir keresinde de Anthony Kidman’ın kendisini bir sandalyeye bağlayıp dövdüğünü, Nicole Kidman’ın ise bu sırada kendisine güldüğünü söylüyor.

12309757_1705135129706128_9003932502065954772_o1
Eski Avustralya Başbakanı Gough Whitlam’ın Fiona’ya tecavüzü.
12304059_1705136919705949_363264314916892377_o1
Fiona küçük çocukları yakalayıp tecavüz etme amaçlı oyuncak ayıcık adlı bir pikniğe de götürülmüş.
11202824_1705138519705789_8589903591846685909_o1
Satanist ayinlerinden bir kare ve taptıkları baal putu.
12304034_1705151816371126_7665032102643956208_o1
Üstteki resimde eski Avustralya Başbakanı Paul Keating’in tecavüz edip öldürdüğü çocukla ilgili sahilde geçen olayı resmetmiş. Çocuğun cesedini gömmek için Fiona’ya emir verilmiş. Fiona bu olay meydana geldiğinde sadece 8 yaşındaymış.
 12309805_1705151766371131_3050900461296277058_o1
Bu resmide de eski Başbakan Bob Hawke tarafından tecavüze uğrayışını göstermiş.

(Not: Yukarda Fiona’nın resimlerde çizdiği bu kafirlerin kendi çocuklarına yaptıkları. Bir de Müslümanların çocuklarına neler yapmaktalar düşünün. Savaştan kaçıp Avrupa’ya giden birçok Müslümanın çocuğu kayıp, bu çocukların bahsedilen sapkın sübyancı tarikatlerin eline geçmediğinden kim emin olabilir?)

Şimdi bu sapkın tarikatlerin izlediği yol ve edindikleri amaçları açıklayalım:

Öncelikle bu sapkın tarikatlerin içinde elbette mason locaları ve satanist tarikatler yer almaktadır ve en büyük destekçileri elbette ki yahudilerdir. Bu tarikatler tamamen iblis l.aleyh’e tapma üzerine kuruludur. Tarikatin başında iblis l.aleyh vardır, ondan sonra gelen isimse deccal l.aleyh’tir. Bu tarikatlerin ana amacı İslam’ı yeryüzünden silip iblis l.aleyh’in saltanatını kurmak, insanları Allâh’a kul olmaktan uzaklaştırıp hevalarına kul eyleyerek iblis ve deccal l.aleyhim’in ordusu haline getirerek otomatikmen onlara kul eylemektir. Bunun için yapılan plan çok eskiye dayanmakla beraber bazı adımları şu şekildedir:

-Müslüman /gayri Müslim tüm devletlerin tüm kurumlarına sızın. (Osmanlı zamanında yahudilerin kimliklerini gizleyerek Müslümanların içine sızmaları gibi)

-Yeryüzündeki en temiz ve en güzel sistem olan İslami Sistemi Müslümanların elinden alın/Şeriatı kaldırın. Böylelikle insanlar bu sistemin ne kadar güzel ve faydalı olduğunu unutup, zulüm ve fısk dolu beşeri sistemlere bağlanarak bu sistemlerin birer parçası haline gelsin.

-Parayla insanların dinlerini satın alın. (Tarikatlerine ya da localarına dahil oldukları takdirde istedikleri tüm dünya metasını -kariyer, kadın, erkek, yüksek maaş vs- kişinin önüne sermeleri)

-İslam’ı eski, köhnemiş, zamanı geçip gitmiş, geri kalmış, kötü bir öge olarak zihinlere yerleştirin. (Bunu en çok eğitim sistemi ve sanat adı altında genç beyinlere empoze ederler)

-Ahlaki yönden çökecekleri, şehvetleri sürekli olarak tahrik edici, oyalayıcı ve yanlış yönlendirici endüstriler kurun. (Moda müzik, film endüstrileri) Homoseksüelliği yaygınlaştırın, toplumun bunu normal görebilmesi için televizyon kanallarına homoseksüel kişileri çıkarın, başta yadırgansa da muhtemelen zamanla alışılacak ve kabul edilecektir.

-Müslüman neslin doğum oranını olabildiğince düşürün. (Tıp doktorlarına sezeryan başına Rockfeller ailesinden ek ücret geldiği gerçeği)

–Ekonomilerini tamamen ele geçirin.

-Şeriatleri ellerinden alınan nesil galeyana gelerek, kendileri için hazırlanan beşeri/şeytani sistemi devirmemesi için başlarına onlardan biri gibi dindar görünen ve arada bir halkın Dinî isteklerini yerine getiren, hitabeti kuvvetli, halkı etkisi altına alabilen, kendi dönemlerinde ekonominin geliştiği liderler getirin. (Bkz. Tayyib Erdoğan, Turgut Özal, Adnan Menderes)

-Dini yanlış ve eksik öğreten alimleri daima göz önünde, televizyon ekranlarında tutun. Tarikat ve cemaat sayılarını artırarak Müslümanların gruplara bölünmelerini çoğaltın, böylece birlikleri bozularak aralarında hiziplenme ve çekişme olacak ve güçleri azalacaktır. Tarikatlerin ve cemaatlerin içine girerek en yüksek konuma gelin ve halkı saptırıcı fetvalar çıkarın. (Bkz. Rufai, Nakşi ve Mevlevi tarikatlerine giren yahudiler, bunlardan kimi şeyhlik konumuna dahi yükselmiştir.)

-Kurumlarını ele geçirdikten sonra tamamen sınav odaklı bir öğretim sistemi oluşturun. Böylece otomatik olarak Dini düşünmeyen sadece materyalizm odaklı bir nesil meydana çıkarın. (Bkz. YGS, OKS, ÖSS, KPSS vs)

-Materyalist yetişen bir nesil para karşılığında her şeyini kolaylıkla satacaktır. Dinleri karşılığında onları localara dahil edin ve her türlü dünyalığı onlara sağlayın; onları bunun karşılığında yüksek mevkilere getirin, paraya ve şöhrete boğun, en iğrenç şehevi isteklerini dahi onlara sağlayın. (Sübyancılık homoseksüellik, biseksüellik vs- ABD’deki Comet Pizza Skandalı buna örnektir. Bu restoranın pizza siparişi adı altında sübyancılara çocuk pazarladığına dair skandal haberler ortaya çıkmıştır.)

-Dinler arası diyalog görüşmelerini başlatın. (Bkz. Rand Raporu ve yahudilerin F.Gülen projesiyle İslam’ı tahrif etmek istemeleri)

-Ortadoğu’da zalim bir hilafet devleti kurun. Böylece insanlar Şeriat’ten soğusun ve İslam Sisteminin zalim bir sistem olduğuna inansın. (Bkz. İşid, Ortadoğu’da böyle bir hilafetin kurulacağını Bahoz Erdal’ın eski yardımcısı Kerem Berti’ye Kanada’daki Zegist locasından gelen bir mason söylemiştir, bununla insanların hilafetten soğumasının amaçlandığını belirtmiştir. Görüldüğü üzere batı her ne kadar İşid’e düşman gibi görünse de aslında medyaşarında adeta onların propagandasını yapmakta ve onlardan ziyade -eski adıyla-Nusret Cephesi -şimdiki ismiyle Şam’ın Fethi Cephesi gibi grupları vurmaktadır.)

-Mesih ve Mehdi konusunda insanları yanlış yönlendirin. (Bkz. Sahte Mesih ve Mehdiler)

-deccal l.aleyh’in ortaya çıkışı için gerekli zemini hazırlayın, ortaya çıktığında insanların ona kul olmasını sağlayın.

Özetle:

1-Müslüman görünümüyle içlerine gir
2-Şeriat’ı yık
3-Fuhşiyatı yay
4-Dindar görünümlü liderler yerleştir.
5-Dinler arası diyaloğu başlat
6-Zalim bir halifelik kur
7-deccal l.aleyhin ordusunu topla.

Yukarda bahsedildiği gibi yahudiler sadece Türkiye’de dahi Osmanlı zamanında Müslümanların içine girip tarikatlere kadar sızmıştır. Bu yüzden zaten sapkın olan tarikatler hepten sapıtmıştır. Cumhuriyet kurulunca kendileri aralarında belli soyisimleri alarak, halkın içinde Müslümanlardan biriymiş gibi görünmeye ve sinsi sinsi her kuruma sızmaya devam etmişlerdir. Sadece Akademi dergisini okuyarak dahi gazeteci yazar Ayşe Arman’ın yahudi olduğu ortaya çıkmak üzereyken bunu gizlemek için neden birdenbire kendiliğinden “hristiyanım” açıklaması yaptığını, Adnan Menderes’in mason olduğu yazılınca oğlu Aydın Menderes’in buna niçin karşı çıkmadığını, Müslüman halkın faydası için değil, onların galeyana gelmemesi için ezanı Arapça’ya çevirip, imam hatipleri açtırdığını, ismini aslında bir yahudi olan fakat kimliğini gizleyen sahte şeyh Hüseyin FeyzUllâh’tan alan, yahudi Hüseyin FeyzUllâh’ın, yani nam-ı diğer Alparslan Türkeş’in Müslümanlara milliyetçiliği aşılayarak nasıl zarar verdiğini öğrenebilirsiniz. Yine Padişah Abdul-Hamîd’i tahttan deviren Emanuel Carrasso’nun yeğeni Bilge Karasu (Carrasso)’nun Rockfeller bursuyla okuyup Hacettepe’de görev yaptığını da. Tabi görevini yaparken kaç taze beyin yıkadı onu maalesef öğrenemiyoruz.

İşte iblis ve deccal (L.aleyhim)’in ordusu. Müslümanların sevip örnek aldığı, destek verdiği siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, iş adamları, doktorlar…

Uyanalım Ey Müslümanlar, vAllâhi ne erdoğan ne de diğerleri, hiçbiri bizden değildir, onlar ancak sus payıdır. Ve onlar da onlardandır, nitekim
“Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden her kim ki, onları dost edinirse; o da, onlardandır. Şüphesiz ki Allâh, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.” buyruluyor.

Müslümanların üzerine düşen vazife ise bu sapık satanist sübyancı tağutlara karşı üzerine farz olduğu şekilde savaşması, cihad etmesidir. Bu sapıklar güzel sözlerle, ılımlı konuşmalarla ve verilen tavizlerle yola gelmezler.

Onların anlayacağı tek şey Kılıçtır.

Qamar Al Quds

İlimsizce Mücahitleri Yargılamak

Bir süre önce bir İsrail askerinin işlediği suça rağmen halkı tarafından nasıl sahip çıkıldığına dair bir haber yayınlanmıştı. Kadın, erkek demeden halk sokağa dökülmüş, Filistinliler hakkında iğrenç şeyler söylüyorlardı.

İnsanın aklına şu geliyor; “Askerlerinin bilerek işlediği suçlardan utanan değil, gurur duyan İsrail halkı ve bir avuç Mücahidin hatayla yaptıklarından ötürü savaş fıkhına dair ilmi birkaç Hadisi geçmeyen, yabancılara hoş görünmek için Mücahitleri yerden yere vere vuran Müslüman halk”.

Kimse hatayla övünmemizi söylemiyor, fakat Allâh’ın Kılıcı ve Rasûlullâh’ın (sav) sahabesi olan Halid ibni Velid dahi ciddi hatalar yapmıştı. Keza Usame bin Zeyd, Abdullâh bin Cahş da hata yapmışlardı. Rasûlullâh (sav), onları ordudan ihraç etmedi. Kaldı ki ahir zamanda dünyanın üstüne çullandığı bir avuç Mücahit mi hata yapmayacak? Halid ibni Velid’in yapamadığını onlardan mı bekliyoruz? “Madem öyle buyurun siz hatasız cihad edin, hem daha iyi nasıl cihad edilir bu konuda da bize örnek olmuş olursunuz” deseler bize ne diyebiliriz? Neticede o bizim Müslüman kardeşimiz ve Ümmetimiz için savaşırken bu hatayı yapmıştır.

İsrail halkının birbirine kenetlenişi bu denli güçlüyken bizim kardeşliğimize ne oldu böyle? Bazen birbirimize karşı düşmandan daha sert gibiyiz. Tekrar ediyorum, suçluyu savunmak değil söylediğim, fakat hata yapan uyarılır, hatası telafi edilmeye çalışılır, adı üstünde hatadır bu, İsrail askerinin yaptığı gibi kasıtlı bir hareket de değildir. Bu yüzden kardeşlerimizden yüz çevirmemiz ne kadar doğru olur? Keza onları uyaran veya yargılayacak kişiler de savaş fıkhını bilen kişiler olmalıdır, savaşla ilgili iki Hadis bildiği için kendisini allame sanarak “olmaz böyle şey! Bu yaptıkları doğru olamaz, İslâm’da bu yok!” diye ilimsizce hüküm verenler değil.

Din ciddi bir konudur, bu konuda bilgisizlere bu denli hüküm verme hakkını kim verdi? Miras hukukunu dahi tam bilmeyen bir kişi, savaş fıkhı gibi çok önemli ve derin bir konuda nasıl “şu İslâm’da var, bu yok” diyerek kesin hüküm verebilir? Hem nasıl olur da bu kişiler hata yapıyor diye cihad ibadetinden yüz çevrilir? Cemaatle namaz kılarken herkes doğru mu namaz kılıyor? Peki bu yüzden cemaatle namaz kılmayı terk mi edeceğiz? Hayır, çünkü o cihad değil, zaten cihad ibadetini de aslında Mücahitlerin hatalarından dolayı terk etmedik. Nefse ağır geldi. Bu bahaneyle çevremizdekileri ikna etsek de Allâh doğrusunu biliyor. O, kişinin neden cihad ibadetinden yüz çevirdiğini biliyor.

Gelelim “At izi it izine karışmış, hangisi doğru bilemiyoruz” meselesine. Allâh için, kaç gece teheccüde kalkıp, ağlayarak Allâh’tan samimi bir şekilde kim hak üzereyse bizi onlara yönlendirmesini diledik? Mücahit olmak bir mertebedir, herkese nasip olacağını düşünmeyelim, nitekim “Eğer onlar sefere çıkmak isteselerdi, bunun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah davranmalarını istemedi de onları yoldan alıkoydu ve (kendilerine): “oturun oturanlarla beraber” denildi. Eğer içinizde sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka şeye yaramayacaklardı ve aranıza fitne sokmak için uğraşacaklardı. İçinizde onların laflarına kanacaklar da vardı. Allah, o zalimleri iyi bilir.” buyruluyor. Biz cihada çıkmak istemiyorsak bunun sebebi, orada kardeşlerimize hayrımızın dokunacağı yerde ancak bozgunculuğa sebep olma ihtimalimizden ötürü bize de ‘oturun oturanlarla beraber’ denilmesi olmasın? Allâh Subhânehu ve Teâlâ böyle bir durumdan bizi korusun. Fakat geri kalışımıza sebep olarak bu ihtimali göz önünde bulundurup, halimizi düzeltmeye çalışmalıyız. Kısaca Mücahit olmak bir mertebedir ve âyette de görüldüğü üzere herkes buna erişemiyor. Tıpkı şehadet gibi, şehadet de bir mertebedir ve herkese nasip olmaz. Daha da ötesinde kamil Şehidlik vardır, işte onlar yıkanmadan, kefenlenmeden üstlerindekileriyle gömülürler ve bu Şehidliğin en yüksek mertebesidir. Dolayısıyla bu mertebelere ulaşmak için çaba sarf etmek gerekir. Bunun için gerçekten çaba sarf ettik mi?

Keza yeryüzünde hiçbir gruba dahil olmadan cihad eden erler de var, Şeyh Abdullâh Muhaysini gibi. Eğer kişi gerçekten hakkın ne tarafta olduğunu ayırt edemiyorsa –ki bu olabilir- o halde bu, yine kişiyi cihad ibadetinden alıkoyan bir sebep olmamalı, çünkü ferdi cihad eden kişiler var. Gerçekten isteseydik geceleri kalkar, Rabb’imize yalvarır ve bunun için bir hazırlık yapardık. Hani hazırlığımız? Gerçekten bunları yapıp, yol ve imkan bulamayan kardeşlerimizi tenzih eder ve Rabb’imden onların yollarını açıp bu hayrı onlara da nasip etmesini dilerim; “Kendilerini bindirip savaşa gönderesin diye sana geldiklerinde, “Sizi bindirecek birşey bulamıyorum.” dediğin zaman, bu uğurda harcayacakları birşey bulamadıklarından dolayı üzülüp gözlerinden yaş döke döke geri dönüp gidenlere de bir günah yoktur.”

“Farklı alanlarda da cihada ihtiyaç var, ben canımla değil kalemimle, dilimle cihad ediyorum” fikri. Cihad ibadetini ya da diğer ibadetleri kendimiz belirlemiyoruz. Farz namaz beş vakitken üç vakit kılıp ‘diğer ibadetlere daha fazla ağırlık vermek istiyorum’ denilemez. Ya da ‘Ramazan’da değil Şaban’da oruç tutmak istiyorum’ diyemeyiz. Çünkü ibadetlerin zamanı ve nasıl olması gerektiği Rabb’imiz tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla cihad ibadetinde de kişi buna kendince karar veremez. Ve eğer canla cihad etmek farzı ayn durumundaysa, bunu yerine getirmeyip, kalemiyle ya da diliyle cihad etmesi kişinin o farzı yerine getirmemesinden ötürü yüklendiği günahı kendisinden kaldırır diye kendimizce bir fetva vermemeliyiz.

Eğer ulu-l emr bize cephede adama ihtiyaç olduğunu belirtiyorsa o halde ‘hayır, ben medya alanında çalışmaya devam edeceğim’ diyemeyiz. Bu konuda Şeyh Eymen Ez-Zevahiri (Allâh onu korusun) kendisine sorulan ‘Ticaret yapıp Mücahidlere para göndermek mi, yoksa yanına az bir para alarak cihada gitmek mi? Hangisi evla?’ sorusuna Şeyh ‘Cihada gitsin. Rolünü kendisi belirlemesin. Aksine işini Mücahidlere bıraksın’ diye cevap vermiştir. Dolayısıyla biz ‘ben Ümmete mühendislik alanında çok faydalıyım, cihada gitmesem de olur; ben medya alanında çok başarılıyım; ben doktor olarak çok iyi işler çıkarıyorum, insanların bana burada ihtiyacı var’ diye kendimizi cihad cephelerinden geri çekmemeliyiz. Cepheye geldiğimizde ulu-l emr, kişiyi doktor olarak ya da cemaatin sözcüsü olarak, medya kolu olarak görevlendirebilir belki, ama kişi buna kendisi karar vermemelidir ve bu darul küfürde kalmak için kendimize kendi aklımızdan verdiğimiz bir fetva olmamalıdır. Elbette burada ulu-l emirden kastedilen de dernek başkanları, cihaddan uzak cemaat liderleri vs değildir. Cihad meydanlarında hak üzere olan, bu konuda söz sahibi emirlerden bahsediyorum.

Burada maksat medya cihadını yahut kalemle cihadı küçümsemek değildir. Şeyh Ebu Katade medya çalışanları hakkında övgü dolu sözlerle bahsetmiştir. Fakat kastetmek istediğim kişinin cihad cephelerinden ve hicretten kendisini uzak tutarak bunu yapmasıdır.

Allâh’tan, itaat etmemizi emrettiği şeyleri nefsimize ağır gelmeden, en razı olduğu şekilde yerine getirmeyi, yasakladıklarından da yine nefsimize ağır gelmeden uzak durmayı bizlere nasip etmesini diliyorum.

Qamar al-Quds 

Samimi Komşular: Ebu Bekir El-Bağdadi ve Hasan Ruhani

Shaammedia

Samimi Komşular: Ebu Bekir El-Bağdadi ve Hasan Ruhani

İşid, Dabık dergisinin son sayısında (13) El-Kaide ve Taliban’ı bir kez daha İran’la dostane ilişkilerinin olmasıyla suçladı. El-Kaide’nin İran’la işbirliği yaptığını ve gizli bağlarının olduğunu ima etti. Dabık dergisinin bu sayısında okuyacağınız El-Kaide ve Taliban’a yöneltilen suçlamalardan sadece biri bu. Sadece bu sayıda; El-Kaide ve Taliban’ın afyon ve eroin satmak, yetiştirmek, toplamak, nakletmek ve vergilendirmekle suçlandığını okuyacaksınız. Eğer bunları yeterince gülünç bulmadıysanız, Taliban lideri Molla Ahtar Mansur’un Afganistan’da büyük bir uyuşturucu satıcısı olduğuna dair suçlamayı okumalısınız.

Bu suçlamayla ilgili saçma olan şey İşid’in baş müftüsünün de aynı görüşü paylaşmasıdır (Turki Bin Ali; ayrıca Ebu Humam El-Athari, Ebu Sufyan El-Suleymi, Ebu Huzeyfe El-Bahreyni, Ebu Hazm El-Selefi gibi çeşitli lakaplarla da bilinir). Bundan daha saçma olan şey; sözde Hilafetlerinin baş müftüsü bir öğrenci ilminin altında performans sergiliyor. (İşid’in baş müftüsü) kendi hocaları tarafından kınandı ve hatta yetki lisansı kendi hocası Umar El-Hadûşi tarafından iptal edildi. Koskoca Hilafetin baş müftüsü nasıl olur da sadece bir öğrenci olabilir?

Saçmalık burada son bulmuyor; El-Kaide ve Taliban’ı Pakistan İstihbarat ajanı olmakla da suçlamışlar. İşid binlerce Taliban üyesi Pakistan zindanlarında tutuklu ve yüzlercesi işkence çekerken onların, emirleri Pakistan istihbaratından aldığını ve onlara biat edip, emirleri altında İslâm’a karşı savaştığını iddia ediyor. Batının ve Arap tağutların bile propaganda cihazlarına rağmen bu aptalca suçlamalardan yüzleri kızarırdı.

Bu yazıda Batı, onların acemi tağutları ve gizli servisleri tarafından daha önce yayınlanan suçlamaların, İşid tarafından tekrar edilip, yayınlanması tuhaf ve şüphe çekici. Bu tuhaf tesadüfle ilgili İşid’in Batının propaganda cihazları için çok fazla vaktini ve parasını ayırdığını söyleyebiliriz en azından. Fox Haber, CNN, BBC (neyse ki) hepsi sonunda bir mola verebilecek.

Arapça dilinde bulunabilen geniş ve yaygın Cihad eserlerini anlamada başarılı olamayan Batıdaki toy ve saf gençliği kandırmak için bu derginin İngilizce yazılmış olması şaşırtıcı değil.

Bu dergi Arap dünyasında okuyucu kitlesine sahip olamaz, belki bu iftiraları kendi aldatıcı propagandalarını doğrulayabilmek için Mücahitlere karşı kullanabilen Arap tağut ülkelerin gizli servisleri hariç. Dahası, onlar zaten bu propagandayı kullanmaktalar. Bu derginin ciltli kopyaları dahi Amazon’da satılıyordu. Bu bir cihad dergisi için hayal edilemez bir şey. Amazon’dan hiçbir tepki almadan Dabık dergilerini sipariş edebiliyorken eğer bilgisayarınızda bir Insipre dergisi varsa, yıllarca hapis riskiniz vardır.

Suudi Arabistan (da) Sünni Müslüman Ümmeti El-Kaide’nin İran’la ilişkisi, sıcak bağlantıları olduğuna ikna etmeye çalışmıştı. Ayrıca Amerika da El-Kaide ve İran arasında (olduğu iddia edilen) bu samimi bağlantıları Usame bin Ladin’inin Abudabat dosyalarındaki mektuplardan sızanlarla ispatlamaya çalışmıştı. Ve yakın zamanda dahi 11 Eylül saldırılarında İran ve Hizbullâh El-Kaide’yle birlikteydi dediler. Saçmalık gerçekten, fakat bu kampanyanın zamanı inkar edilemez. Çünkü bu söylentiler İşid’in yayınladığı propagandayla neredeyse mükemmel bir eş zamanda yayıldı.

Biraz da El-Kaide ve İran arasındaki sözde arkadaşlığın doğası hakkında konuşalım. 2001’de Amerika’nın işgalinden ve Taliban’ın taktiksel geri çekilişinden sonra, Şeyh Usame bin Ladin Arab muhacirlerin Afganistan’dan ayrılması görüşündeydi, özellikle de Amerika bombardımanları Afganistan’da Arab muhacirlerin bulunduğu bölge olarak bilinen (yere) odaklandığından beri. Sonuç olarak onlardan bazısı Veziristan’ın dağlık ve kabile bölgelerine ve diğerleri Belucistan’ın Sünni kabile ve dağlık bölgelerine gitmek zorunda kaldı, Şeyh Usame bin Ladin’in birçok aile üyesi (de) dahil olmak üzere. Hatta Şeyh Ebu Musab Ez-Zerkavi İran’a kaçtı. Peki İşid niçin kendi önceki liderlerini İran’la ilişkisinin olduğuna dair suçlamıyor?

Onlar İran’a varınca, İranlı yetkililer çok sayıda Arab muhaciri Pakistan’a gönderdi. Kalan muhacirler, Sünni Beluci halkın arasında gizlice kaldı. İranlı yetkililer onları bulunca yakalanıp, hapsedildiler, bazısı 10 yıldan fazla, diğerleri ev hapsi (aldı). Bazısı doğdukları ülkelerin rejimlerine teslim edildi ve bu hain rejimler onları sırayla Amerika’ya teslim etti. Kalan muhacirler (izlenen) bu politikadan ötürü yerlerini değiştirmek zorunda kaldı, sonuç olarak çok sayıda (muhacir) Irak’ta Kürdistan’a gitti, onların arasında Şeyh Ebu Musab Zerkavi (de vardı). Kürdistan’daki Mücahitlerin çoğu (ismi) sonradan Ensarul İslâm olarak değişen Ensar Sünnet’e katıldı. Fakat bu grup Irak’ta daha fazla işlemedi, İşid Irak’ta 2014’te güç elde ettiğinden beri, sadece Suriye’de askerî (olarak) aktifler.

Ahlâk Savaşı

2008’de Mücahitler, Pakistan Peşaver’de İran konsolosluğundaki ateşe Haşmetullâh Attarzade’yi kaçırmayı başardılar ve onu çok sayıda El-Kaide çalışanı ve aile üyeleriyle takas ettiler (Usame bin Ladin’in kızı İman ve torunu Suleyman Ebu Geys dahil)

Yine 2013’te Yemen’deki Mücahitler, İran’da esir olarak tutulan 5 El-Kaide çalışanının kendisiyle takas edildiği İranlı diplomat Nur Ahmed Nikbah’ı kaçırmayı başardı. Aralarında Seyf El-Adil Ebu Muhammed El-Mısri, Ebu Hayr El-Mısri, Halid El-Aruri ve Sari Şihab (vardı). Bazısının Suriye’ye gitmiş olduğu bildirildi. İşid de, Seyf El-Adil ve arkadaşlarının bölgelerine girmemesi için tehditkar bir bildiri yayınladı ve kendi askerlerini El-Kaide’nin bu eski kurtlarıyla bağ kurmaması için uyardı. Bu kaygılı durumdan anlaşılıyor ki İşid, kendi askerleriyle iletişime geçtiği takdirde bu kıdemli Mücahitlerin onlar üzerinde ne kadar büyük etkisinin olacağını anladı.

Bu olaylardan değerli bir ders öğreniyoruz, dile getirilmemiş (şeyleri) bırakmamalıyız. Mücahitlerin ve Arab muhacirlerin aile üyelerinin İran’da hapsedilmesinden beri El-Kaide’den Mücahitler, onları kurtarıp Amerika’ya iade edilmelerini önlemeye çalışmıştı.

İran’daki Müslüman esirleri takas etmek için birkaç İranlı memur kaçırdılar, ta ki başarılı olana dek, bütün şükür ve hamd yalnızca Allâh’a aittir. İşid, anlamsız propaganda videolarında esirlere işkence edip, öldürmek yerine bundan ders almalı.

Binlerce Sünni Irak’ta hapisti, İşid isteseydi onları kurtarabilirdi. Örneğin Irak’ta İslâm Devleti’nin önceki (liderlerinden) Ebu Hamza El-Muhacir’in karısı Hesna. Onu Amerikalı Warren Weinstein’la takas edip, kurtarmaya çalışan El-Kaide’nin aksine, İşid onun için hiçbir girişimde bulunmuyorken (o) hala Irak hükümetinin zindanlarında hapis. Allâh onun kurtuluşunu hızlandırsın. Afganistan’daki Mücahitler, propaganda videosuyla esirlerine işkence etmek yerine ortalama (bir) Mücahidin aylık geçimi 3000 rupiyken Warren Weinstein’ın ilaçlarına aylık 80.000 rupi harcadı. (İslâm’ı kabul edip Muhammed ismini alan İtalyan rehin Giovanni Lo Porto’yla birlikte İslâm’ı kabul edip, İshak ismini aldıktan sonra Amerika drone saldırısında –in şâ Allâh- şehid olan Warren Weinstein)

Diğer büyük örnek Yvonne Ridley; Taliban’ın tarafından esir alındıktan sonra (o da) İslâm’ı kabul etti ve dobra bir Müslüman aktivist haline geldi.

Şunu anlamalıyız ki, bu bir ahlâk ve prensip savaşı. Müslümanlar İslâm dininin yüce esasları için savaşırken, Batı kendi yozlaşmış demokratik değer ve esasları için savaşıyor. Batı onları Ebu Gureyb ve Guantanamo’ya verirken, biz İslâm Şeriatında esirlere nasıl muamele edildiğini göstermeliyiz. Kafirlerin yozlaşmış davranışlarını taklit etmemeliyiz; masum esirlere turuncu tulumlar içinde işkence etmek onların savaş hareketidir, İslâmî savaş hareketi değil.

Şeyh Ebu Yahya El-Libi son konuşmalarından birinde bunu çok anlamlı bir şekilde açıklar (Amerikan Ordusu ve Savaşın Etikleri). Amerika, Afganistan ve Irak’taki savaşı ahlaklarındaki bozulma ve yozlaşmadan ötürü kaybetti. Tıpkı Şeyh Ebu Muhammed El-Cevlani’nin söylediği gibi: “Bilin ki savaşın asil tutumları vardır, onlara tutunan muzaffer olur. Asil davranmak, barış ve savaş zamanında İslâm’ın cüzüdür. Savaşı kazanan, ama tutumlarını kaybeden hiçbir şey kazanmamıştır.”

Geniş Kapsamlı Güç

Asıl konuya dönersek, sonuç olarak El-Kaide’nin İran’da herhangi bir operasyon hücresi yoktur. Herhangi bir askerî üs ve askeri de, ve hatta Arab muhacirlerden İran Belucistan’da kalan El-Kaide liderlerinin çoğunluğu tutuklandı.

Bütün bunları bilip de İşid’ten El-Kaide’nin İran’a saldırmayı reddettiğini duymak şaşırtıcı bir şey. Bu seçme veya isteme meselesi değil, fakat kapasite ve öncelik meselesidir. O zaman İran’a saldırmak mümkün değildi, o zaman bu öncelikli de değildi. Fakat eğer şimdi Irak ve Suriye’de İşid’e bakarsak, İran’a saldırmak için istek, kapasite ve öncelik var diyebiliriz. Adnani, İran’ı kan gölüne çevirme kapasitelerinin olduğunu kendisi söyledi.

O bunu açıkladığından bu yana yıllar geçti, El-Kaide’yle bağları koptu ve İşid bir Halifelik içinde daha da büyüdü. Yani hiçbir kısıtlamaları yok ve İran’ı kan gölüne çevirme kapasiteleri (de) arttı. Ayrıca İşid için İran’ı vurmak kesinlikle önceliktir, çünkü İran direkt olarak Irak ve Suriye rejimini destekliyor. İran’ı zayıflatmak aynı zamanda Irak ve Suriye rejimini zayıflatmak demektir; iki ana düşman. Ama ilginç olan şey, İşid El-Kaide’yi İran’a saldırmamakla suçlamaya devam ederken, İran’da tek bir operasyon gerçekleştirmedi. Çeşitli ülkelere daha az önem arz eden operasyonlar düzenledi; Kuveyt, Suudi Arabistan, Tunus, Yemen, Mısır, Fransa ve Belçika’da. Hilafetleri Horasan’a dahi ulaştı, bu İran’la iki taraftan sınır paylaştığı anlamına gelir. Fakat kolunun etkileyici şekilde uzanmasına rağmen, bu saldırılatı çok daha hak eden komşu ülkesi İran’da tek bir operasyon gerçekleştirmedi.

Görünen o ki İşid’in güçlü tabanının yanında yaşamak, yaşamak için en güvenli yer. Kollarının bu denli uzağa (ulaşma) sebebi tabi ki net; onlar önceden bu ülkelerde bulunan Mücahitlerin saflarını kolayca aldatıp sömürdüler ve önceden kurulmuş üsleri ve işletmeleri ele geçirdiler. Onlar yapmıyor, yok ediyor. Kafkaslara, Emirliği ve içindeki Mücahit saflarını nasıl yok ettiklerine bakın.

2013’te Belucistan’da Ensar El-Furkan kurulup daha çok grup onlara katılana kadar, İran’da Mücahitlerin büyük bir varlığı yoktu. CundUllâh grubu ilan edilip, hala aktif olan Ceyş El-Adl grubu kurulduktan sonra ve Ensar El-Furkan’a katılan Hareket El-Ensar ve Hareket Ceyş En-Nasr (ile) bir de Irak’ın El-Ahvaz sınırında küçük Sünni bir tabur vardı. Irak’ın El-Ahvaz sınırındaki Mücahit gruplar ve Pakistan’la İran arasında, Belucistan’daki Mücahit grupların çok hassas olduğu bilinmesine rağmen birleştiğini ve geliştiğini görmeye başladık. Fakat kırılganlıklarına ve küçük varlıklarına rağmen İşid, her yerde yaptığı gibi İran’daki bu hassas cihadı da bozmaya çalıştı.

Ensar El-Furkan’ın önceki liderinin şehadetinden sonra, onlara biat etmeyi reddeden Ebu Hafs El-Beluci(ye karşı) İşid diğerlerini Mevlevi Celâleddîn’in liderliği altında (toplanmaya) ikna etmeye çalıştı. İşid onlara rüşvet vermeyi denedi, biatlarını satın almaya çalıştı ve ekonomik zayıflıklarından faydalanmayı istedi. İşid’e biatlarını ve kendilerini Belucisten ilinin valisi yaptığını ilan eden resmi bir video yayınladıkları takdirde onlara para sözü verdiler. Fakat güçsüz pozisyonlarına rağmen İran’daki hiçbir küçük Mücahit grup İşid’e katılmadı. Bu İşid’in bir Hilafet kurduğundan beri neden İran’a tek bir operasyon gerçekleştirmediğini açıklayabilir: Sömürebilecek hiçbir Mücahit grup bulamadıkları için. En iyi senaryo bu olabilirdi. Eğer başka korkunç sebepler varsa ancak Allâh bilir.

Hayatta Kalma Savaşı

Tabiki İşid destekçileri, İşid’in Irak’ta şii rafizi ve İranlılara karşı savaş sürdürdüğünü söyleyecektir. “O halde neden İşid’i İran’a saldırmamakla suçluyorsunuz?” Öncelikle, bütün dünyaya yayılmış bir halifelik olduğunu açıklayan İşid’in aksine, El-Kaide kalıcı üslere sahip olmayan, İran’da varlığı olması şöyle dursun sadece bir gerilla hareketiyken El-Kaide’yi İran’a saldırmamakla suçlamaya devam edenler sizlersiniz. İkincisi, İran’ı kan gölüne çevirecek görkemli kapasiteniz hakkında övünen sizdiniz.

İşid’in Irak’taki şii rafizilere karşı savaşına gelince: Başka seçenekleri yok! Bu bir ölüm kalım savaşı, eğer şii rafizilere karşı savaşmazsa yok olurlar. Kendilerini savunmak zorundalar. Dahası, eğer şii rafiziler Irak’taki Sünnilere zulmedip saldırmasa Irak’ta hiç kimse İşid’in haricilerine katılmazdı. Bu meselede seçime sahip değiller. Irak’taki Sünniler, şii rafizi kötülüğü ile hariciler arasında seçim yapmak zorundalar. Sünni kabileler daha ılımlıyken başta İşid’in aleyhine dönmüşlerdi, peki şimdi açıktan neredeyse tüm Mücahit grupları tekfir ederken (durum) nasıl? Saddam Hüseyin zamanında İran’a karşı savaşta yaptıkları gibi. O zaman İran’a karşı 1.5 milyondan fazla Sünni, Saddam Hüseyin’in ordusuna katıldı. Şunu anlamalıyız ki sadece rafizilere karşı savaşmak seni salih Mücahit yapmaz. Saddam Hüseyin tarafından yönetilen Irak’ın baas partisi İran’la yıllarca savaştı. Bu onları salih Mücahitler yapar mı? İşid İran’a operasyonlar gerçekleştirse bile bu onları salih Mücahitler yapmaz. Fakat İran’a hiçbir saldırıda bulunmamaları çok enteresan.

Çeviri: Qamar Al-Quds

Ancak Hak Üzere Olan Mücahitler Müslümanların Askerleridir

Gerek haberlerden gerek bizzat gözleriyle şahit olan yakın kardeşlerden polis ve askerler tarafından mültecilere yapılan zulümleri öğreniyoruz. Sınırda genç yaşlı demeden insanlara çeşit çeşit eziyetler yapılıyor. Peki içerde durum farklı mı? Elbette değil, polis merkezlerinde de mülteciler için yine insanlık dramı yaşanıyor.

İnsanlarımız Avrupa’da mültecilere eziyet edenlere karşı tepki gösterebiliyor. Peki sınırda Türk askerinin yaptığı eziyetlere neden gereken tepkiyi göstermiyoruz? Duyduklarımıza inanmıyorsak gördüklerimize de mi inanmamaya başladık? Yoksa adliyelerde Türk askerinin tecavüz ettiği mülteci kadınların dosyası yok mu?

Elbette mason medya Türk polis ve askerinin yaptığı bu rezillikleri duyurmuyor, tıpkı bu ülke kurulurken de yaptıkları zulümleri duyurmadığı gibi. Medya onları kahraman gibi göstermek ister ki insanlar laik devletlerinin baş savunucuları olan asker ve polisleri sevsin ve böylece devletlerinin de hak üzere olduğunu zannetsin. Ve bunun için bu kişilerden duygusal, medyatik malzemeler çıkarırlar. Böylece halk onları daha çok sever, kendilerini savunan kahramanlar gibi görür ve onlara minnet duyar. Fakat ne kadar sevilseler de onların sonları cenaze marşıyla, müzik eşliğinde uğurlanmak olur.

Toplumumuzda yanlış bir algı var ve artık bu yanlış algıyı düzeltmemiz gerekmektedir; 1924’ten beri burası İslâm diyarı değil. Yönetim biçimi, devletin kendisi, kurumları İslâmî değil. Aksine İslâm’ı tamamen saf dışı bırakan, Din düşmanı laik kurumlar. Peki bütün bunlara rağmen bizler, Dinimizin kanunları olan Şeriat karşıtı bu kurumlara ve bu kurumların baş savunucuları olan asker ve polislere bağlılığımızı nasıl sürdürebiliriz? Bu Dinimizle çelişmez mi?

Farkına varmamız gerekir ki; bu kurumları savunanlar artık bizim Mücahit askerlerimiz değil. Bizim sancağımız Allâh Rasûlü’nün Sancağı, anayasamız Kur’ân, liderimiz de Allâh Rasûlü olduğu gibi, askerlerimiz de Allâh Yolunda hak üzere savaşan Mücahitlerdir, yoksa tağutların emrinde laik bir devletin ordusunda askerlik yapan, İslâm’ı saf dışı bırakmış laik bir devleti koruyup, savunan, Müslümanların evini basıp, Tevhid bayrağını suç unsuru sayan zavallılar bizim askerlerimiz değildirler. Nitekim olmadıklarını da mültecilere tecavüz ve işkence ederek, dindar vatandaşlarımızın evlerini basıp, sorguda onlara eziyet ederek ispatlıyorlar. Onlar nasıl bizim askerimiz olabilir ki Rabb’imizin İsmi Şerifinin, Nebimiz (sav)’imin İsminin yazdığı bir kumaşı suç unsuru olarak kabul edebiliyorlar. Her ne kadar yıllarca onları bağrımıza basmış olsak da tağutun yolunda çarpışan ve kendini onun emrine vakfeden bir askerden hayır gelmediğini bu olaylarla bir kez daha görmüş olduk. Bizim onları hoş görmeye çalışmamızın sebebi aidiyet duygusuyla onları temize çıkarmaya çalışmaktı. Halbuki bu ülke kurulurken onca âlimimizi katleden yine onlardı. Şeriat bu ülkede ilga edildikten sonra, bunu gerçekleştiren üstlerine itaat etmeye devam ettikleri andan itibaren onlar bizim askerimiz, Mücahitlerimiz olmaktan çıkmışlardı. Hala da öyle değiller. Öyle olduğunu zannedenler aidiyet duygusuyla bunu kendilerine öyle kabul ettirmeye çalışan kişilerdir. Ve yine bazıları, yıllarca empoze edilmiş milliyetçi duygularla bu gerçekleri kabullenmek istemese de, eğer tarihe göz atılırsa bu söylediğimin gerçek olduğu inşâ Allâh anlaşılır.
Şeriat kaldırıldığından bu yana üstlerine halen itaat eden Türk askerinin bizim kahraman Mücahit askerlerimiz değil, tağutun askerleri olduğunu ispatlayan bazı örnekler şunlardır;
(Türk askerinin işlediği cürümler aşağıda sıraladığım konularla sınırlı değildir, lakin kalbi olanlar için inşâ Allâh bunların yeterli olacağını düşündüğümden daha fazla uzatmaya lüzum görmedim.)

◾Kur’ân’ı yırtıp, yakmaları, okuyan ve okutanları dövmeleri

◾Camilere yapılan saygısızlıklar:
Örneğin Dizdar Camisinin ahıra çevrilmesi, Molla Yakup Camisinin de 2. Dünya Savaşı’nda artan asker sayısı için konaklama yerine çevrilip, içinde türlü pisliklerin işlenmesi…

◾Âlimlerin katledilmesi

◾Rize Olayı:
15 Aralık 1925 günü “Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!” diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar ateş açıyorlar. Uyarıya rağmen dağılmayan kalabalığın üzerine gelişi güzel ateş sonucu 17 kişi ölüyor. Bağıran-inleyen yaralılara kimse dokunamıyor. 143 kişi tutuklanıyor.

Olaylar üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük harp gemisi olan Hamidiye kruvazörü Rize sahillerine gelip demir attı. Birinci Dünya savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başladı. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlarının çok olduğu ve Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyordu. Halk korkutulup sindirilmek isteniyordu.

Yıllar sonra bu bombardıman hadisesi bir türküye konu oluyor:

“Atma Hamidiye atma din kardeşiyiz.

Ula şapka da giyeceğiz vergi de vereceğiz!”

Ve elbette mason medya şimdi olduğu gibi o zaman da yapılan zulmü haklı göstermek adına sahnede yerini alıyor:
hakimiyet-i milliye gazetesinin olayla ilgili yorumu; “Rize’deki mürteciler de ceza-yı Sezalarını buldular.”
(Zaten gazetenin ismi dahi başlı başına bir şirk unsuru, içeriğinden ne beklenilebilir ki)

◾Tunceli Katliamı:
Tunceli katliamında ne büyük zulümler yapıldığını anlamak için Sabiha Gökçen’in “Canlı ne görürseniz ateş edin emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk” sözü başlı başına yeterlidir. Ama yine de meseleyi daha iyi öğrenebilmek için bizzat bu katliama iştirak eden askerlerin açıklamalarına bakıldığında da yapılanların çok daha korkunç bir boyutta olduğu anlaşılıyor.

İşte Şeriat’ın emrinden sonra tağutun emrindeki Türk askeri…
Bu mu bizim askerimiz? Yoksa bunların şimdiki modelleri mi? Bu ülke kurulurken âlimlerimizi, halkımızı, çocuklarımızı kurşuna dizen, kadınlarımıza tecavüz eden o zalimlerle; dindarları evlerinden tutuklayıp götüren, askeriyede, polis merkezlerinde işkence eden yeni nesil askerlerin/polislerin ne farkı var? Bunlar onların sadece yeni versiyonlarından ibaret.

“Ve zulmedenlere meyl etmeyin; yoksa size ateş dokunur.”

Bunlar bizim Müslüman toplumumuzun askeri olamaz, onlar ancak tağutların, Din düşmanı laik devletin askeridirler. Bunlar, özellikle devlet eli ve medya aracılığıyla yıllarca halkın Şehadet ve İslâmî duygularını sömüren, ama kışlalarında türlü türlü iğrenç işlere imza atan askerlerdir. Öyle olmadığını iddia edenler sözüm ona Peygamber Ocağında güneşe yemin edilmesini –ki Allâh’tan başkası adına yemin etmek şirktir-, saçma suçlardan erlere işkence edilmesini, namaz kılınmasına mani olunmasını, içki içilip, daha birçok uygunsuzluk yapılmasını nasıl açıklayabilir? Nebi (sav) onlardan bir askeri, bir polisi işkence, tecavüz, dayak esnasında ya da sadece yemin töreninde dahi görseydi “Ben de size böyle yapmanızı öğütlemiştim, tebrik ederim” mi derdi?

Allâh seni belayla değil, hikmet ve basiretle uyandırsın ey Müslüman halkımız. Sen ki; evladın çocukları İslâm’dan soğutan, türlü sapkın ideolojilere sürükleyen, kızlı erkekli okulları kazanınca seviniyorsun. Evladın asker, polis, hakim, kaymakam olunca mutlu oluyor; Allâh yolunda Mücahit olmak isteyince ona türlü eziyetler ediyorsun. Evladın hakim olunca, kaymakam olunca “Kim Allah´ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” Âyetine muhatap olmayacak mı diye hiç düşünmüyorsun. Hak üzere olan namuslu, şerefli Mücahitler dururken, bu rezil meslekleri icra eden, Ümmet için belki bir tek kurşun sıkmamış, silahı ancak belinde kendine ağırlık yapmaya yarayan tağutun emrindeki sefihlere yahut “Kim Allah´ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” Âyetine muhatap olanlara kızlarını veriyorsun, yani bu ülkede senin Dininin egemen olması için mücadele verenlere karşı en büyük savaşı açanlara…

Suriye halkı da önceden senin gibiydi. Kendi askerlerinden, yöneticilerinden böyle canavarlıklar beklemiyorlardı. Neticede başlarına neler geldi. Fakat Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dan dileğim; seni ve hala uyuyan diğer kardeşlerimizi öyle acı bir şekilde değil de, hayırla uyandırması ve Müslümanları yıllarca uyutanların tuzaklarını onlardan gidermesidir.

Qamar Al Quds

Şehadetim

Nusret Cephesi Şer’isi Ebu Usame el-Cezravi: ”Şehadetim”

ÖNSÖZ

Ebu Usame El-Cezravi, Şam diyarında Nusret Cephesi’yle çalışan bir Şeri’ idi. Suriye’nin doğusunda bulunan Haseke şehrine Şeri kadı olarak tayin edildikten sonra, şahitliğinde belirttiği üzere birçok acı verici olaya tanıklık etti. Ebu Usame cihadına devam ederken son zamanlarda da Suriye’nin güneyindeki Nusayri rejimle savaşıyordu.

Allâh’tan bu çevirinin Müslümanlar için bir hidayet vesilesi ve ders olmasını diliyoruz. Allâh, müslümanlar arasındaki günahkârlara hidayet versin ve Şeriat’in öğretilerine uygun İslâm Devleti kurmaları için mücahidlere imkan nasip etsin. Allahumme Âmîn.

Çevirmen’den Not: Okuyucuların kolaylıkla anlaması ve daha iyi bir anlam bütünlüğü sağlayabilmek için her cümleyi kelime kelime çevirmedik, bunun yerine bazı yerlerde Türkçe’de anlamı daha iyi ifade edecek şekilde hazırladık.

Bütün hamd, alemlerin Rabb’inedir. Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur, Salât ve Selâm mücahidlerin liderine, onun ehline, ashabına, onu takip eden ve kıyamete dek onu takip edecek olanlara olsun.

Bundan sonra;

Allâh’ın Selâmı, Rahmeti ve Bereketi üzerinize olsun.

Saygıdeğer büyüklerim ve faziletli kardeşlerim; şüphesiz Allâh kitabında şöyle emretmiştir:

وَإِذَ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلاَ تَكْتُمُونَهُ

“Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden «Bu kitabı insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu asla saklamayacaksınız» diye söz almıştı.”

وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ

Ayrıca Allâh buyuruyor ki;

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar; birbirlerinin velileridirler. Ma’rufu emreder, münkerden nehyederler.”

Bazı kardeşlerin, Şam topraklarına girdiğim andan itibaren meydana gelen olayları henüz bölgeler arasında hareket edebiliyor ve şahitliğimi yazacak kadar özgürken bu şehadeti anlatmamı istemesinden sonra; bugün Devle grubuna ilişkin bu şahitliğimi anlatıyorum. Bu kısaca böyle, Allah’tan nusret umarak diyorum ki;

Başlamadan önce okuyucunun dikkatine sunmak isterim; Irak-Şam İslâm Devleti’ne kısa olması hasebiyle Devle diyeceğiz.

İlk Şahitliğim

Herhangi bir savaş, herhangi bir çatışma olmadan önce Devle grubu ve gruplar arasında, Devle’nin güvenlik görevlilerinin, grupların liderlerini ve üyelerini tutuklayıp kaçırmaları yer aldı. Benzer bir durumda olan bir şahıs için Şeyh Abdullah Muheysini ve arabulucularla birlikte kaçırıldıkları yerden ve isimlerinden bize bahsedildikten sonra Halep’e girdik. Devle’den bir emir bizimle buluştu ve inkâr edip, olanlardan kendilerinin sorumlu olmadığını söyledi. Daha sonra çocuğu kaçırılan aile kendi oğullarının sokağa atılmış bedenini buldu. Bu bölge Şam’da Devle’nin kontrolü altında bulunan bir yerdi. Bu grubun kendi emniyet görevlileri Şam’ın mücahidlerini kaçırıp katlediyorlardı.

2. Şahitliğim

Halep, Daana’da olan Devle mahkemesinde bir olaya tanık oldum. Onlar tarafından tutuklanan Somalili kardeşlerden bir tanesinin davası vardı, serbest bırakıldıktan sonra onunla (Somalili kardeşle) tanıştım. İki kızı da Devle koordinatörlerinin yardımıyla hicret etmişti. Kızların büyüğü Devle’den, Nijerya uyruklu olan bir savaşçıyla evlenmişti.

Uzun bir araştırmadan sonra babası gelip, iki kızının Devle’yle olduğunu öğrendi. Onlara gitti ve Danah şehrinde Devle mahkemesinde tutuklu kaldı. 7 günü hücre hapsinde geçirdi, 11 gün boyunca tutuklu kaldı. Ayrıca dayağa maruz kaldı ve tehdit edildi.

Sorun, babanın kızı üzerinde hiçbir velayet hakkının kalmadığını kabul etmek zorunda bırakılmasıydı. Ve sonunda onu casuslukla bile suçladılar.

Serbest bırakıldıktan sonra, Şam’ı terketti.

İki kız kardeşin büyüğünün eşi ile oturdum, bana “Velileri Bağdadi, babalarının onlar üzerinde velayeti yok!” dedi.

3. Şahitliğim

Nusret Cephesinin Rakka Emiri, Ebu Saad El-Hadrami, Halep ve Rakka arasındaki yolda kaçırıldı. Bir kontrol noktası kurdular, sonra onu ve arkadaşlarını durdurup, dışarı sürüklediler.

Ebu Saad zaten Devle’nin bazı liderleri ve güvenlik görevlileri tarafından daha önce de tehdit edilmişti. Ebu Saad El-Hadrami’nin vekili ve bir grup kardeş Devle’nin liderlerine gittiklerinde olay hakkında sordular. Onlar onu kaçırmadıklarına dair yemin ettiler. Sonra Ebu Saad’ın kaçırılmasından kendilerinin sorumlu olduğuna dair Suriye rejimi tarafından bir duyuru yapıldı, Ebu Saad onlar tarafından tutuluyordu.

Yaklaşık üç ay sonra, Halep’te iç çatışma başladı ve Devle, Rakka’da onun kaçırılıp öldürülmesinden kendilerinin sorumlu olduklarını açıklayan bir bildiri yayınladı.

Açıklamada şöyle dediler:

”Rakka vilayetine mensup Hadrami’yi mürted olduğunu itiraf etmesi sonucunda infaz ettik.Onun geçmişini biliyoruz.İslam Devleti, bundan 3 ay önce Allah’ın hükmünü yerine getirmede hiç tereddüt etmedi.Hadrami’nin itirafında da belirttiği gibi, hem mürted hem de kafir oldu.Şeri heyetimiz bu konuda Allah’ın hükmünü uygulamıştır ve bunda tereddüt etmemiştir.Ebu Said Hadrami’nin özel korumasını serbest bıraktk, çünkü onun üzerinde herhangi bir suç unsuru bulunmadı.

Bugüne kadar neden sabrettik ?

Zannetmeyin ki Allah’ın hükmü sadece sıradan kişilere uygulanır, Allah’ın hükmü herkese uygulanır.Bunu yapmasaydık büyük bir zararda olacaktık ve doğru yolda da olmayacaktık.”

Bu açıklama Devle tarafından yayıldı ve hala internette mevcut.

4. Şahitliğim

Devle grubu, Şeriat Kurulunda yer almayı reddetti ve onu ‘şirk kurulu’ olarak adlandırdılar. Sadece bununla kalmayıp daha da ileri gittiler ve ona dâhil olanları da kâfir olarak yaftaladılar! Katılmayı reddettiler ve sadece kendi mahkemelerini tanıdılar. Yerel grupları dikkate almadan arazi üzerinde tam denetim sahibi olmayı istediler.

5. Şahitliğim

1434 Zilhicce ayında, Suriye’nin doğusundaki Haseke’nin Şer’isi (Şeriat işlerinden sorumlu kişi) olarak görevlendirildim. Benim gelişimden önce Devle ile zaten bir anlaşmazlık vardı ve geldiğimde ortalık gergindi.

Aramızdaki farklılıkları çözmek ve fitnenin yayılmasını önlemek için buluşma teklif ettik. Anlaşmazlıklar artınca, Haseke’deki Şer’ileri ve bazı liderleri bir Şeriat Mahkemesi aracılığıyla uyuşmazlıkları çözmek için toplantıya katılmayı kabul ettiler.

Bize “Kararı verecek olan kişinin Devle’den olacağı ve savunma yapacak kişinin de sizden olacağı bir mahkemeyi kabul edeceğiz” dediler!

O toplantı bir anlaşmaya varılmadan sona erdi.

Toplantı Halep’teki çatışmalar sonrasında gerçekleşmişti. Aynı toplantıda Ebu Saad konusunu ve onu neden öldürdüklerini gündeme getirdik. “İrtidat ettiğini teyit ettik” dediler. “Bunu kim teyit etti?” dedim. “Devle mahkemesi bunu yaptı” dediler. Ben de “O sizin grubunuzun savaşçısı değildi. Sizin ona yaptığınızı sizin savaşçılarınızdan birine yapmamızı ister misiniz? Sizin liderlerinizden birini kaçırmamızı ve ona ceza vermemizi ister misiniz? İnsanları yakalayıp haince öldürmek dürüst bir siyasetin parçası değildir ve böyle kurallarla hükmeden mahkeme meşru bir mahkeme değildir, onların verdiği hükümlerden şüphe duyarım” dedim.

Ben bunu söyleyince sinirlenip, gürlediler ve köpürdüler; “Lazkiye’den Rakka’ya kadar olan Devle’nin mahkemelerinde nasıl kusur bulabilirsin? Bizim mahkemelerimize kusur bulan kişi özür dileyene dek sizinle oturamayız” diye özür dilemem istendi. Toplantıdan kalkıp ayrılmaya başladılar. Kardeşler konuşmaya Allâh Adına özür dilemeye başladılar ama onlar kabul etmeyi reddetti.

Sonra bazı kardeşler bana geldi ve “Müslüman kanını korumak ve anlaşmazlıkların son bulmasında bize engel olma, özür dilemek mecburiyetindesin. Bunda Peygamber (sav) Hudeybiye’de en iyi örnektir. Haseke’nin Devle Şer’isi Ebu Muhammed Tunusi bana geldi ve “Bu mahkemeler Allâh’ın indirdikleriyle hükmettiği için özür dilemek zorundasın” dedi. Ne söylediğime dikkat edin; “Allâh’ın indirdiğine göre hükmeden Devle mahkemelerinden şüphe ettiğim için özür dilerim” dedim. Ebu Muhammed et-Tunusi çok sinirlendi ve “Hepsini saymadın, bütün mahkemelerden özür dile” dedi.

Bu buluşmaya Haseke’deki liderleri ve askerî liderleri katılmıştı.

6. Şahitliğim

Arap Yarımadasından (Cezire) muhacir kardeşlerden biriyle tanıştım, Devle’de savaşçıydı. Ebu Ömer diye çağrılırdı. Onunla Şeddadi’de Devle’ye ait kontrol noktalarından birinde tanıştım. Selâm verdim ve beni ziyarete gelmesi için onu davet ettim. Ertesi gün geldi ve oturduk, sohbetimiz başladı. Devle ve Nusret Cephesi arasında meydana gelen farklılıklar konusunda konuştuk. Ayrılmadan önce “Devle’den ayrılmak istiyorum” dedi. Ben de endişelenmemesini söyledim; “Bunu senin için halledeceğim” dedim. Sonra Devle’den ayrılması için bir yol ayarladım. Gece 12’de sessizce üssü terk etti.

Onlardan çok korkuyordu. O gece ve ertesinde benimle kaldı. Sabah namazından sonra bir grupla başka arabayla üssümüzden ayrılıp Deyr Ez-Zor’a geldik ve burada Nusret Cephesine katıldı. Muhacir kardeşleriyle birlikte onların üssünde kaldı ve sonra Humus’a gönderildi.

Döndüğümde Şeddadi’deki Devle savaşçılarını alarma geçmiş vaziyette buldum ve onlardan üçü silahlı olarak Şeriat Kurulu’na gelip beni sordu ve tehdit etti. Üslerinden birinde, Devle’den iki kişi geldi ve bana Ebu Ömer el-Cezravi konusunu sordu. Ben de onlara “Devle’ye dönmek istemiyor, Cepheye (Nusret Cephesine) katıldı” dedim, sonra gittiler. Bu olaydan sonra ölüm tehditleri ve başka tehditlerle beni tehdit etmeye başladılar. Bazı üyeleri, bizim oturduğumuz yere gelip ne konuştuğumuzu dinlerdi.

Tüm bunlara rağmen, bir grup Muhacir ve Ensar bu süreçte onlardan kaçtı. Devle’den ayrılanların anlaşmazlıkların temeli hakkında çok az şey bildiklerini, olanlardan emin olmadıklarını gördüm, özellikle Şeyh Eymen Ez-Zevahiri’nin (Ha), Devle’nin Irak’ta kalması ve Cephenin de Suriye’de kalmaya devam etmesi için verdiği ayrılma emriyle ilgili dahi şüphe içindelerdi. Onlara bu konuları açıkladığımız zaman Devle’den ayrıldılar. Ebu Ömer el-Cezravi bunun bir örneğidir.

7. Şahitliğim

Deyr ez-Zor’daki gruplardan biri onlarla savaşa katılmayı reddetti ve savaşı fitne olarak gördü. Bu olay çatışmaların başındaydı. Bu grup, LiwaaMu’tah al İslamiyyah olarak biliniyordu. Onlar bunu, hizipler arasındaki sürtüşmelerden dolayı zayıf düşen cephe hatlarını (Nusayri rejimle sınır olan) kuvvetlendirmek için en iyisi olarak görüyorlardı.

Aradan çok gün geçmemişti ki Devle’nin bombalı bir araba ile onları hedef aldığını duyurdular. Onlardan bir kısmı şehid oldu (inşaAllah). Bundan sonra Devle’yle bütün silahları ve adamlarıyla savaşa girdiler.

Devle içinde bir üçüncüsü olmayan, iki muhalif grubun var olduğu bir bölge oluşturmak istedi…

8. Şahitliğim

Sabrımıza ve patlamadan kaynaklı bir anlaşmazlığı önlemek için çaba sarf etmemize rağmen Haseke’de Devle’nin üzerimizdeki agresifliği ve baskısı birbirini takip etti. Cephede PKK’ya karşı ribattaydık ve geniş alanlara yayılmış bir kontrol noktamız vardı. Cephelerde ribat tutan üyelerin ve operasyonlara başlayanların çoğu onlardandı. Haseke’de Nusret Cephesi’nin savaşçı sayısı 300 civarında idi. Ahraruş-Şam ise yaklaşık 500 savaşçıdan oluşuyordu.

Maanjeer köyünde PKK ile gerçekleşen çatışmada (Nusret Cephesi tarafından Siyar El Malik’in video serilerinde yayınlanan videoların birinde) Nusret Cephesi konvoyu Şeddadi’den çıktı ve savaşçı yokluğundan dolayı kentten ayrıldı. Aniden Devle savaşçıları iki üssü ele geçirip Nusret Cephesi Sancağının yerine Devle Bayrağı yerleştirdiler. Orayı terk etmeyi reddettiler ve birçok savaşçıyı oraya yerleştirdiler.

Buna benzer pek çok olay oldu ve ayrıca Nusret Cephesi üyelerini kaçırıp dövme vakaları da gerçekleşti.

Bu taciz herkese açık olunca, Nusret Cephesi ve Ahraruş-Şam lideri Devle’yle temas kurdular ve bütün tarafların herhangi bir saldırı gerçekleştirmeyeceğine dair söz verdiği, saldıranı caydırıp onunla savaşmaya zorunlu olunacağına dair bir anlaşmaya varıldı. Bu, çatışmaların zirve yaptığı ve PKK’ya karşı şiddetli savaşların olduğu bir zamanda oldu. PKK’nın Tel Hamsin ve Tel Barak’ta ve önceki savaşlardaki 200’e ulaşan ölülerinin intikamını almak adına “Şehidlerin İntikamı” adı altında bir operasyon için askerlerini topladıkları haberleri bize ulaştı.

(7.4.1435) Perşembe günü, anlaşmadan birkaç gün sonra Devle haince anlaşmayı bozdu ve Ahraruş-Şam’ın tüm üsleri kuşatıldı, silahları ellerinden alındı ve savaşçıları, Liderleri ve Şer’ileri tutuklandı. PKK’ya yakın olan üslere bile hassas konumlarını ve Müslümanların kanı ve onurunun düşmana yakınlığını düşünmeden saldırdılar.

Sonra Cuma günü (8.4.1435), Ahrar’a ihanet edildikten sonraki gün, Şeddadi’deki bütün Nusret Cephesi üsleri kuşatıldı. Sabah namazından sonra silah sesleri duyduğumuzda bu üslerden birindeydim. Hazırdık (silahlıydık) ve dışarı çıktık. Bütün üslere ve kontrol noktalarına saldıranın Devle grubu olduğunu görünce şaşırdık. Sonra Devle’nin Haseke’deki Valisi Ebu Usame El-Iraki silahlarımızla birlikte teslim olmamız çağrısında bulundu (Konuşmasının kaydı daha sonra internette ortaya çıktı). Şeddadi’de hepsini hapsettiler. Yakalanan kardeşlerin sayısı 100 civarındaydı ve biri onlarla olan çatışmada Şehid oldu (inşaAllah).

Ben bir grup kardeşle birlikteydim ve teslim olmayı ve silahlarımızı teslim etmeyi reddettik, teslim olmamız için bize kendi Şer’ilerini ve Devle’den olan bazı muhacirleri gönderdiler fakat biz reddettik. Birbirimize teslim olmamak ve ölmek için söz verdik. Bizimle onlar arasında otomatik silahlarla savaş başladı.

Cezire’den (Arap Yarımadası) bazı muhacirler benimle konuşmaya başladı, bana Allâh’ın Sözlerini hatırlattı, Allâh’tan korkmamı ve kan dökmememi söylemeye başladı. Ben de “Kim bu saldırıyı başlattı” dedim, “vAllâhi bilmiyorum” dedi. “Neredeydin?” diye sordum, “Misafir evindeydim ve buraya Kalamun’dan geldim” dedi. Savaşıyordu, eğer doğruysa hangi grubun saldırgan olduğunu bilmiyordu.

Onlara karşı direnme konusunda ciddi olduğumuzu, silahlarımızı teslim etmeyeceğimizi ve hepimiz ölene kadar savaşacağımızı anlayana dek aracılar göndermeye devam ettiler. Bunu anlayınca bizim için Markada ilçesine giden yolu açtılar.

O gün Devle ihanet ve saldırganlıkla hareket ederken (şunları) ele geçirdi:

100’den fazla Kalaşnikof tüfek. Araçlarıyla birlikte 23mm ağır makineli tüfek. 5’ten fazla makineli tüfek 12,5 mm 3 makineli tüfek 14,5 Amerikan keskin nişancı tüfeği, 12,5 mm 4’ten RPG • 5’ten fazla PKC makineli tüfek. 15’den fazla araçla başka şeyler; bomba, elektronik cihazlar, iletişim cihazları gibi.

Ahraruş-Şam’dan haince aldıklarının, bizden çoğu kez aldıklarından daha fazla olduğunun altı çizilmelidir.

Tel Baarik, PKK’ya yakın bir şehir, devrimin başlangıcında bir kez rejimden kurtarılmıştı, sonra 1435 Muharram’da PKK kardeşler ordayken saldırıp şehrin kontrolünü ele geçirdi. PKK tarafından işgal edildikten bir ay sonra Allâh’ın lütfuyla bir kez daha özgürleştirildi. Elhamdu Lillâh 80’den fazla PKK kafiri öldürüldü, 7 kardeşimiz (İnşaAllah) şehid oldu, Rabb’im kabul etsin.

Bunlar Nusret Cephesi’nin kuşatılmış köylerde ribat tutan savaşçılarıydı (Deyr Ez-Zor’dan ve ayrıca yerel köylerden). Aynı gün Şeddadi basıldı, Devle’den bir konvoy Tel Baarik’e gelip kardeşlerin kendilerine beyat etmesini ve silahlarını teslim etmelerini istedi. Kardeşler onlara Allâh’ı hatırlatıp, düşmana yakın olduklarını ve PKK’nın fırsatı değerlendirip saldırmak istediğini hatırlatmaktan başka bir şey yapmadı. Devle reddetti ve ‘ya kardeşler silahlarını teslim eder ya da beyat eder’ dediler. Kardeşlere yapılan bu zorlama Deyr Ez-Zor, Markada ve ribat noktalarından ayrılmaları içindi.

Kardeşlerin ayrılması için zorlamadan sonra Devle az sayıda savaşçıyı ribata gönderdi. Günler geçmeden PKK köye girdi, halkını yakalayıp işkence etti, öldürdü, evleri yaktı ve çok sayıda insanı esir aldı. Ribat tutan birçok Devle savaşçısı Şehid oldu (İnşaAllah). PKK medyası (İnşaAllah) şehid olan Devle savaşçılarının fotoğraflarını yayınladı, vAllâhu-l Musta’an (Yardımı dilenilen Allâh’tır)

Bu olaylardan sonra, Haseke’nin diğer bölgelerini terk etmek zorunda kalan o kardeşler Markede’ye gitti. (Markede) Haseke’de Deyr Ez-Zor yönündeki son kasabaydı. Kardeşler orada toplanmaya başladı.

Şeddadi’deki ihanetlerinden üç gün sonra Devle grubu Markede’de bize saldırdı, birçok kardeşi yakaladı ve diğer birçoğunu öldürdü. Onların saldırıları PKK’nın Tel Baarik ve Tel Hamees kasabalarına yaptığı saldırıyla çakıştı. Aynı gün Deyr Ez-Zor’da Devle’yle savaş başladı ve bu onlar için süpriz oldu çünkü kimsenin onlarla savaşacağını düşünmediler. Tüm Der Ez-Zor’u Haseke’ye çekilmeye zorladılar. Sonuç olarak Markede onlarla bizim aramızda çekişmeli bir (bölge) haline geldi.

Markede’den çekilip ayrılana kadar ki tüm savaşların şahidiydim. Savaş iki aydan daha uzun sürdü. Savunma savaşı gerçekleştiriyorduk.

Şahit oldum:

a) Onlardan olup bizim tarafımızdan yakalanan kendi bazı üyelerine yalanları. Nusret Cephesi’ne değil, ÖSO ve Ahraruş-Şam’a karşı savaştıklarını söylüyorlardı. Bazısı Nusret Cephesi’nden kardeşlerin Tekbir (getirdiğini) duyunca silahlarını bırakıp teslim oldular. Onlara sorduğumuzda, “bize ÖSO’dan kafirler dediler, ben Nusret Cephesi’ne karşı savaşmayacağım” dediler

b) Bize karşı intihar bombacıları ve ingimasiler göndermeleri. Bir gece, Gariba köyünde Nusret Cephesi’ne ait bir misafir evinde bir kardeşle beraberdim. Şer’i bir derse çalışıyorduk. Birkaç dakika sonra misafirhaneden ayrıldık, az önce bulunduğumuz yerden güçlü bir patlama sesi duyduk. Oraya vardık, Ebu Saad El-Libi adında bir intihar bombacısıydı. Toplantıya girip, orada üç kardeş varken kendini patlattı. Patlamadan sonra, dışarıda olan iki Devle savaşçısı üşüştü. Dört kardeş hemen şehit oldu (İnş). Karşılıklı savaş başladı ve Devle’nin iki savaşçısı o gece kuşatıldı. Sabah namazından sonra yakalandılar. Araştırıldıktan sonra, “Devle’nin güvenlik memurları bize bu üssün Ahraruş-Şam’a ve ÖSO’ya ait oluğunu söylediler” dediler. İtiraflarını kaydettik ve hala YouTube’dan Baraa al Jawfi and Abu Talha al Jadaawi isimleriyle ulaşılabilir.

(Ebu Talha El-Cedavi hakkında bizi bu kadar etkileyen ve bizi ağlatan neydi? Kardeşler onu sonradan kuşatmaya alınan Deyr Ez-Zor’a rejime karşı ribata gönderdikten sonra Ebu Talha kuşatmayı kırmak için rejim tarafından değil de Devle tarafından onların elleriyle katledildi tekabbelAllah)

c) Bizi kafir olarak nitelendirmeleri. İki telsiz kanalı üzerinden açıkça bize karşı savaşın, kafire karşı savaş olduğunu söylediler. Yani yaralıyı tedavi etmeyecekler, esiri öldürecek ve ölüyü gömmeyeceklerdi. Bu konuşmalardan birinin yayınlanan kaydı bunu ispatlar.

d) Kardeşlerimizin cesetlerini teslim etme ve onların naaşlarını gömmekten kaçınmak. Bir kere bazı bedenleri bir aydan daha fazla bırakmışlardı, ta ki Şehidlerin babaları ve akrabalarından arabulucular Devle liderlerine gelip onları gömmek için izin isteyene dek. Kabul ettiler.

e) Cesetleri bozup üzerine asit dökmeleri ve bozulana kadar öyle bırakmaları. Sonra resmi twitter hesaplarında “Cevlâni’nin sahvelerinin kötü sonu” başlığıyla fotoğraflarını yayınladılar. Devle’nin Deyr Ez-Zor’daki liderlerinden biri olan Saddam Cemal’in üzerlerine asit dökülmüş mücahidlerin başlarıyla yayınlanmış bir fotoğrafı vardı.

f) Onlar tarafından yakalanan kardeşlere işkence yapılması. Onları “Siz kafirsiniz, Namaz size fayda sağlamaz” deyip, namaz ve abdestten bile alıkoydular. ve abdest gelen din değiştirenler, Salah yardımcı “olmaz” deyip onları engelledi bile. Bazı kardeşlerimiz, hapishanede işkence altında öldürüldü. Onların hapishanelerinden çıkan bazı kardeşlerle buluşmuştum, işkence izleri onların bizim için derin nefretlerinin açık bir göstergesiydi.

g) Üslerimizi ve merkezlerimizi hedef almak için bize onlarca bombalı araç gönderdiler. Bombalardan dolayı öldürülenlerin çoğu silahsız masum halktı. Hatta onların hedeflerinden biri de halkın alışveriş yaptığı marketlerden biriydi.

h) Kasaba ve köyleri bombalama. Ve bunu halk(avam)-savaşçı ayrımı yapmadan yaptılar.

9. Şahitliğim

Nusret Cephesi’nden ve diğer gruplardan bazı savaşçılar Devle’yle savaşa girmedi. Onlarla savaşmayı reddettiler ve Nusret Cephesi yönetimi de onları buna zorlamadı, hatta onlara savaşmak veya Deyr Ez-Zor’da Nusayri rejime karşı ribat tutmak içim seçim hakkı verilmişti.

Nusret Cephesi’nden Deyr Ez-Zor’da ribat tutanlar 300’e yakındı, diğer gruplardan da 1000’e yakın mücahid vardı. Mücahidlerin gelişlerinde ve yaralılarının naklinde Siyasiye Köprüsü diye bilinen bir yol kullanıyorlardı. Rejim, şehri yarım bir daire gibi kuşatıyordu. Şehirden çıkış için bu köprü dışında hiçbir yol yoktu.

Çok zaman geçmeden şehirde mücahidler için hayati olan bu yolu Devle kapattı ve bu bölgedeki arazilerin bir kısmını ele geçirdi. Bunun sonucu; mücahidlerin önden rejim tarafından, arkadansa Devle çeteleri tarafından tamamen kuşatılması oldu. Siyasiye Köprüsü’ne 12 sniper yerleştirdiler. İkmalleri kesip cephane ve yiyecek girmesini engellediler. Ayrıca dışarı nakledilecek yaralıların çıkmasını da engellediler. Bu olay kentlerin özgürleştirilmiş ve kardeşlerin ribat tuttuğu ilçelerine Nusayri rejimin tekrar tekrar saldırı girişimlerinde bulunduğu ve devamlı bombardımana tuttuğu dönemle aynı ana denk geldi. Şehrin bu mahallelerinde yaşayan yaklaşık 40 bin Müslüman vardı.

Bu kuşatma sırasında şehirde muhacir bir kardeşle görüştüm. Bana “Şimdiye kadar 12 gün geçti ve mahallelerdeki Nusayri saldırısı bir veya iki saat dışında durmadı.” İçinde bulunduğumuz İmtihan içerdeki kardeşler için de diğer gruplar için de şiddetli bir hal aldı. Onlardan bazısı rejimle anlaşmaya vardı ve bu onlar için Devle grubuyla anlaşmaya varıp, silahlarını onlara teslim etmekten, nusayriler tarafından öldürülmekten ya da Devle savaşçıları tarafından katledilmekten daha iyiydi.

Kuşatma devam ederken, silah sağlamakla sorumlu kişiyle birlikteydim. Şehir içindeki kardeşlere mühimmat ve silah göndermeye çalışıyorduk. Bu son derece zordu. Silahları almak için pahalı kaçakçılar aracılığıyla nehir üzerinden botları kullanıyorduk.

Bu kardeşler kendilerini sivil gibi gizleyerek şehirden kaçmaya çalışırken Nusayrilerle olan çatışmalarda yaralandılar. Devle savaşçısı olarak bilinen bu yaralı Mücahidler, tedavi olabilmeleri için taşınabilecekleri güvenli bölgelere ulaşana kadar nehir yoluyla botlarla kaçırıldı.

Kuşatma iki aydan fazla sürdü. Devle’nin eliyle (inşaAllah) şehid olanlar Nusayri eliyle (İnş) şehid olanlardan daha fazlaydı. Muhacir ve Ensarın en iyileri ve Nusret Cephesi’nin askerî emiri (inşaAllah) şehid oldu. Ribat tutanlar ciddi bir şekilde sarsıldı, kalpleri boğazlarına ulaştı. Nusayriler onların önündeydi, tankları saldırmaya çalışıyordu. Uçakları gökten bombalar yağdırıyordu ve Devle militanları kaçış için tek yol olan yerde durmuş kan dökmeyi bekliyordu…

Deyr Ez-Zor şehri Mücahidi kimin eliyle öldürüleceğini bilmeden iki düşmanın arasında sıkışıp kaldı. Ramazan’da Devle savaşçılarının şehri basmasıyla kuşatma sona erdi. O zaman Mücahidlerin bazısı oldukça zor olan koşullardan dolayı sahte belgeler kullanarak çoktan bölgeden ayrılmıştı. Kimisi kaçma girişiminde bulunurken öldürüldü ve diğerleri de Devle tarafından esir alındı. Şehirdeki Nusret Cephesi Emiri Devle tarafından öldürüldü. Oysa rejim onu (Nusret Cephesi Emirini), 2 yıl kendisine karşı savaşırken öldürememişti.

10. Şahitliğim

Deyr Ez-Zor’un batı kesiminde, Ayaş ve Şematiye’de ve çevresindeki köyler de rejime yakın olmasına rağmen kuşatılmıştı. Bu, Devle savaşçıları için işleri kolaylaştırıp, kuşatmayı kaldırmak için bir sebep değildi. Onların durumu Deyr Ez-Zor’daki kardeşlerden daha kötüydü.
Bu kasaba ve köylerde Devle’nin saldırı girişimleri durmadı. Buradaki mücahidler, askeri üsse karşı, diğerleri de Devle’ye karşı ribat tutuyordu. Sonra Devle onlara bir araç gönderdi, bu araç Nusayrilerle savaşmak için cephane değil, birbirine bitişik olan Ahraruş-Şam ve Nusret Cephesi’ni hedef alan bombalı bir araçtı. Ahraruş-Şam’dan birçok kardeş, Kur’ân hafızı olan ve bölgede Kur’ân tilavetiyle bilinen bir kardeş de dahil (inşaAllah) şehid oldu.

11.Şahitliğim

Recep 1435 (2014 Mayıs) yılında Devle, Albukamal şehrine saldırdı. Burası devrimin ilk günlerinde kurtarılmış bir kasaba idi. Devle, çoğu muhacir olan 300’den fazla savaşçısıyla şehre girdi. Saldırı fecirden önce gerçekleşti.

Birkaç saat geçmeden şehrin çoğu ellerine geçti ve farklı bölgelerde kontrol sağlayıp Şeriat mahkemesini bastılar. Kendi savaşçıları olduklarını iddia ettikleri mahkumları serbest bıraktılar. Ayrıca rejim ajanlarını ve suç işleyenleri de serbest bıraktılar.

Çok geçmeden her şey tersine döndü ve o gün öğleden önce Albukamal halkı ve orada bulunan gruplar Devle’yle çarpıştı.Deyr Ez-Zor şehrinde bulunan diğer grupların yüzden fazla aracı, yerli halk ve diğer gruplar tarafından Albukamal halkına destek için gönderildi.

Devle savaşçıları yakalayıp öldürüyordu o kadar ki siviller kişisel av tüfekleriyle evlerinin pencere ve çatılarından ateş etmeye başlamışlardı. Bu sahneyi gören biri Nusayri rejim şehre girmiş diye düşünürdü.

Devle’nin çoğu savaşçısı muhacirdi ve şehrin çıkışını bilmiyordu. Halk onları çiftliklerde ve mahallelerin içinde buldu. İnsanlar onların arabalarını ve silahlarını ganimet almak için acele etmeye başladı. Devle’nin öldürülen üyelerini kolayca buldular ve bu saldırıdan önce onlara karşı yapılan bütün tehditler yalnızca propagandaydı.

Savaş güneşin batışına kadar devam etti ve yüzden fazla Devle savaşçısı öldü, onların çoğu muhacirdi. Öldürülenlerin arasında Deyr Ez-Zor emiri Saddam Cemal’in kardeşi de vardı. Yayınlanan fotoğraflar bu savaşın ne kadar büyük olduğunu ve birçok Devle savaşçısının öldürüldüğünü gösteriyordu.

Nusret Cephesi medya ofisi Albukamal’de Devle’nin bu saldırısıyla ilgili bir video yayınladı ve bu (video) onların birçok ölüsünü ve bedenlerini gösteriyordu.
Bu saldırıda (muhacir) kardeş Ebu Temim El-Cezravi’yi yakaladılar ve onu geri çekilirken yanlarında götürdüler. Birkaç gün sonra onu Albukamal civarında öldürdüler.

12. Şahitliğim

Suriye’nin doğusunda, Deyr Zor bölgesinde, gruplar arasındaki çatışmalar zirvedeyken, Devle bölgeye yayılmak için çabalıyor ve saldırmakta tereddüt etmiyordu. Orada bulunan gruplar da kendilerini savunmak ve saldırıyı geri püskürtmekte tereddüt etmediler.

Devle tarafından Deyr Zor şehrinde bizimle savaşmak için Nusayri rejimin büyük üslerini arkalarında bırakarak Rakka’dan konvoylar sevk edildi. Bu, Devle’nin Haseke’de kontrolü ele alması için yeterli değildi. Nusayri rejimin üslerini ve kafir kürt grupların elindeki bölgeleri kurtarmak yerine, Mücahidlerin bölgelerini gasp ettiler. Ve hatta Deyr Ez-Zor şehrini Ehli Sünnetten almak için bütün adamlarını, silahlarını ve tanklarını topladılar.

Nusayri rejimin Haseke’de birkaç büyük üssü vardı; Kevkeb Üssü, El-Meylabiye Üssü gibi. Kuşatılmış olan bir mahalle hariç Haseke şehri rejimden kurtarılmamıştı. Ve bunun gibi Kamışlı, Ramilan, Raas El-Ayn, Ya’rabiye kasabaları ve yüzlerce köy hala PKK’nın elindeydi ve bu bölgedeki Ehli Sünnet onların kontrolü altında eziliyordu. Devle’nin liderleri ve savaşçıları Haseke’nin işgal altındaki bölgeleri yerine Deyr Ez-Zor’un özgürleştirilmiş bölgelerine saldırmayı tercih ettiler.

Nusayrilerin ve kafirlerin kanı yerine Ehli Sünnetin kanını dökmeyi ve mücahidlerin özgürleştirmiş olduğu yerleri tekfirle ele geçirmeyi, onları korkutup, onlara karşı bombalı araçlar göndermeyi tercih ettiler. Nusayri rejim ve PKK tarafından hedef alınan bölgelerini bile korumadılar. Devle’nin sempatizan savaşçıları tarafından savunulan bu bölgelerdeki köyler mermilerle, havan topları ve tank mermileriyle hedef alındı. Halk(avam)-savaşçıyı birbirinden ayırmadılar.

Savaşta Mücahidlere ev sahipliği yapanların evlerini dahi yok ettiler ve bu kişileri köylerinden ettiler. Garibe ve Şahil köyleri buna örnektir.

Deyr Ez-Zor şehri ve eyalet, Nusayri rejim ve Devle tarafından kuşatıldı. Halep ve İdlib yolu, onların ellerindeydi. Bu, erzak gelemeyeceğinin, yaralı ve durumu kritik olanların tedavi için büyük bir zorluk haricinde Türkiye’ye gönderilemeyeceğinin göstergesiydi. Savaşçılar kendileriyle çarpışırken yaralanmış olmasından şüphelendiklerinden dolayı, yaralıları götüren araçları durdurup kontrol ederlerdi.

13. Şahitliğim

Devle, kendilerine boyun eğip biat etsinler diye Deyr Zor’daki Mücahid gruplarla her yolu kullanarak savaşıyordu. Onların hepsine savaş ilan ettiler, siviller arasında Mücahidlere yardım eden ve onları koruyan herkesin mürted kabul edileceğini duyurdular.

Onlar halka hikmetle yaklaşmaktan, onları iyiliğe davet edip birliği korumayı gözetmekten çok uzaklardı. Merhamet göstermek yerine halktan zorbalıkla, silah tehdidiyle biat aldılar.

Bu bölgedeki halk Devle’yi yardım ve destekleriyle değil, canlı bombalarıyla, çocukların ve sivillerin bedenlerini parçalamalarıyla ve Mücahidlerin cesetlerini öylece ortalıkta bırakmalarıyla tanıyorlardı.
Onlar Müslüman kanının kutsiyetini önemsemediler, onların rejim bölgelerine yakın oluşlarını ve birçok insanın Sünnet ve Cihadı takip etmede yeni olmasını da önemsemediler.

14. Şahitliğim

Çatışmaların ve her gruptan şehit düşenlerin sayısının 1000’i geçmesinin ardından, doğu bölgesinin (Deyr Zor) Nusret Cephesi emirliği ve diğer birkaç grup geri çekilme ve Deyr Zor’dan ayrılma kararı aldı. 1435 Ramazanının beşinci sabahı Dera yönünden güneye gittik (2 Temmuz 2014). Devle çatışmalardan dolayı Deyr Zor’a hiç savaşmadan girdi.

Köy sakinlerini sınır dışı ettiler, bazı kardeşlerin evlerinde ne varsa el koyup sonra da patlayıcılarla yok ettiler. Kardeşlerin evlerini kendi üsleri gibi kullanıp ev ahalisini (kadın ve çocukları) evden attılar.

Cephe’den ya da diğer gruplardan ellerine kim düşse, eğer kendi gönüllü olarak gelirse silahını alıp, kendisinin İslâm Devleti’ne karşı savaşan bir kafir olduğunu itiraf ettiği bir evrak imzalatırlardı. Onlara gönüllü olarak gelmeyenleri, kendilerini kurtarmayı başaranlar hariç, öldürür ve kasabaların girişlerinde çarmıha gererlerdi.

15. Şahitliğim

Şetatayt aşireti, Deyr Zor’daki ve bölgedeki en büyük aşiretlerden biriydi. Sayıları 120 bini aşmış ve köyleri Fırat Nehri boyunca uzanmıştı. Bazıları geri çekilmeyi reddetti ve savaşmaya karar verdiler, Devle de onlarla savaştı ve onlara karşı canlı bombalar ve tanklar kullandı. Savaştan iki hafta sonra köyler Devle’nin eline düştü. Sonra Devle yüzlercesini öldürüp yüzlercesini tutuklamaya başladı. Onların (Sünni Müslümanların) katledilme ve öldürülme fotoğraflarını yayınladı.

Sonra Şetatayt köylerinin boşaltılmasını emrettiler. Şetatayt kabilesinin başına gelen, gerçekten korkunç bir katliamdı. Hala bu aşiretin erkeklerinin ve oğullarının cesetlerinin içinden çıktığı devasa mezarlar ortaya çıkıyor. Devle savaşçı olan ve olmayan arasında ayrım gözetmedi, hatta yaşlı adamları bile öldürdüler. İnternet bu katliamın fotoğraflarıyla dolu, katliamın fotoğrafları ve videoları bu kabilenin erkeklerine yapılan bazı korkunç muameleleri gösteriyor. Öyle görünüyor ki Devle, Deyr Zor’da Şetatayt kabilesini diğer kabilelere ibret yapmak istedi.

16. Şahitliğim

Doğu bölgesindeki savaşımızın hakikatini öğrenmek isteyen ilk olarak Devle grubuyla bizim aramızdaki savaşın savunma savaşı olduğunu bilmesi gerekir, zira saldırganlığı ve savaşı başlatanlar onlardı. Savaşmayı durdurmaya güç yetirebileceğimizle ilgili konuşulan şey doğru değildir. Saldırganlıkları ardı ardına üzerimize geldi ve bizim bütün savaşlarımız savunma ve onların saldırganlıklarını def etmeydi. Başından beri coğrafi olayları takip eden biri bunu fark eder.

17. Şahitliğim

Şu gerçeğe dikkat çekmek gerekir ki; savaş Atareb’de (İdlib) başlayıp ardından kuzey Suriye’nin diğer bölgelerine yayıldığında, herkes; Devle savaşçılarının grupları kaçırması ve her nereye gitseler onları bekleyen manzaranın bu olmasından dolayı şok olmuşlardı. Bu olaylara şahid olanlar “Sanki devrim yeniden başlamış gibi” dediler. Yaşlı ve genç olanlar dahi Devle’yle savaşmak için kendi av tüfekleriyle dışarı çıktılar. İnsanlar Beşar’dan bile daha fazla onlarla savaşmaya çıktılar çünkü halk Devle’nin liderleri ve savaşçıları tarafından bastırılmış ve aşağılanmıştı. İslâm Devleti adı kaçırma, öldürme, kontrol noktalarıyla Mücahidlere ve Müslümanlara baskı yapmayla eş anlamlı olmuştu.

Her grup onlardan bir şekilde zarar gördü ve Mücahidi olan her ev de onların hareketleriyle zarar gördü.

18. Şahitliğim

Bu olayların olduğu sıralarda Devle medyası; bildiri ve video yayınlarından tutun destekçi hesaplarına varıncaya kadar hepsi, yalan ve gerçek dışı şeyleri medyaya sürdüler. “Ey zulme uğrayan Devle, senin için yalnızca Allâh var” sloganını yayarak ve “Yâ Allâh, onlara zulmedenlere karşı Devle’ye yardım et” diyerek sanki bütün gruplar Devle’ye baskı yapmak ve ona saldırmak için toplanmış gibi bir portre çizdiler.

Allâh’a yemin ederim ki gerçek bunun zıttıydı. Eğer zulüm bayrağını kaldıran bir grup varsa o Devle’dir. Devle’nin güvenlik ajanları tarafından birçok savaşçısı ya da emirleri kaçırılmayan bir grup yoktu. Durumu bilen herkes, Devle’nin iddialarının aksine olduğunu biliyordu. Savaş patlak vermeden önce herhangi bir grup tarafından taciz edilmiş ya da saldırıya uğramış bir üsleri yoktu.

Diğer grupların ellerinde tutsak olan kendi savaşçıları için aracı göndermeye hiçbir efor sarf etmediler. Aksine diğer gruplar emirleri ve savaşçıları esir düştüğünde bunu yaptılar ve kendi esirlerinin serbest bırakılması için ya da en azından hayatta mı, öldürüldü mü durumlarını öğrenmek için müzakereciler gönderdiler.

Devle’nin Nusret Cephesi’ne dahil olan Üs 46’ya saldırdığı Atarib olaylarından sonra, Bağdadi konuşmasında şöyle söyledi:

“Hakka dönün ve Rabb’inize tövbe edin. Pek azı hariç, savaşçılarımızın çoğu cephedeyken bize aniden ve haince arkadan saldırdınız…”

Allâh’a and olsun ki bu tamamen yalan! Saldırganlığı ilk başlatan Devle’ydi ve Atareb’e saldıranlar da onlardı. Sadece bu da değil, Atareb’de savaşmayacaklarına dair söz verdikten sonra oraya haince saldırdılar. Gruplar rahat ve saldırıya karşı güvende hissettiği zaman, aniden üsse saldırdılar ve üssü tamamen kontrol altına aldılar.

Devle savaşçılarının (rejime karşı) cephelerde olduğu sözü içinse, durumu sahada yakından bilenler ve Devle’yi tanıyanlar (bilir ki) bu tamamen uydurmaydı, durum tam tersiydi. Devle’nin birçok savaşçısı kendi üslerindeydi ve pek azı ribat tutuyordu. Halep ve diğer cepheler, Devle savaşçıları üsleri ve misafirhaneleri doldururken cephelerdeki kardeşlerin ekipman ve adam eksikliğinden şikayet ettiklerine şahitlik etti, ki bu; bazı Devle savaşçılarını Nusret Cephesi’ne katılmaya yönlendirdi.

Devle’nin sadece 20 ribat noktasının bulunduğu Haseke’de de benzer bir durum vardı, cephede çok sayıda savaşçısı olan Ahraruş-Şam’ın noktalarından daha azdılar.

Bağdadi ve Adnani’nin konuşmalarını dinleyenler anlayacaktır; Allâh’a and olsun ki onlar hakka aykırıdır, konuşmaları hile ve yalanlar içerir. Sahadaki gerçekler medyada yansıtılanla oldukça çelişiyor. Belki biri bunda da, onlar tarafından neredeyse her sözün yalanlarla doldurulduğunun bir örneğini bulabilir.

Devle emirleri kendi savaşçılarını cephelere savaşmak için göndermekten kaçındı ve savaşlara zorla katıldılar. Çünkü zaten gelecekte bu bölgeleri almak için plan yapmışlardı. Yani bir yeri özgürleştirmek için, diğer grupların Mücahidlerinin kanlarını akıtmalarına göz yumdular ve böylece daha sonra orayı büyük bir savaş olmadan alabildiler tıpkı Halep’te olduğu gibi rejimin ilerleme avantajına sahip olduğu cephelerde bile.

19. Şahitliğim

Net olarak görebildiğimiz Devle’nin çabasının savaşı durdurmak olmadığı haricinde Devle’yle diğer gruplar arasında hiçbir savaş ya da çatışma yoktu. Aksine kan dökülmesinin devam etmesini istediler. Devle savaşçıları diğer bütün gruplarla savaşmaya susamış gibiydi. Bu kendi Şer’ilerinin konuşmalarında ve aynı şekilde kendi açıklamalarında da netti.

Devle’ye göre Şam’daki en iyi grup Nusret Cephesi’ydi ama hala sürekli Nusret Cephesi asi (baği) diyorlardı ve bizimle savaşacaklarını söylüyorlardı. Peki bizden daha kötü gördüklerinin durumu neydi?

Diğerleri Nusret Cephesi Şam’ın sahvesidir derken onların en iyisi Nusret Cephesi ‘Sahvelerin kalbidir’ derdi.

ÖSO’nun birçok grubu ve İslâmî gruplar, bir Şeriat mahkemesine çağırıldıklarında, onların hemen katılıp teslim olduklarını gördük. Devle ise aksine kibirlenip, mahkemeye gitmeyi “Biz bir devletiz” bahanesiyle savuştururdu. Ancak bağımsız bir mahkeme olduğu ve davada kendilerinin bir hakkı olduğu zaman ona çağırıyor ve katılımı hızlandırıyorlardı.

20. Şahitliğim

Şam halkından Devle’ye katılanların çoğu bu bölgelerde halkın en kötüsü olarak bilinen insanlardı. Geçmişlerinin fesat çıkarmak ve onu yaymakla dolu olduğu bilinmelidir. El-Bukamal’de Saddam Cemal, Deyr Zor’da Âmir El-Rafdân ve Halep’te Hasan Abûd gibi (Liva Davud’un Lideri, Ahraruş-Şam’ın Lideriyle karıştırılmamalı).

Bu insanlar Müslümanların vakalarında sorumluluk sahibi kılındı ve Devle’ye emir yapıldılar. Kana susamışlardı ve tekfirin kurallarında herhangi bir sınır tanımadan tekfir ettiler. Müslümanların şehir ve kasabalarına karşı baskınlar düzenlediler. Okuyucunun (Devle’nin medya kollarından) İ’tisam Medya kuruluşunun Saddam Cemal’le toplantısına bakmasını tavsiye ederim zira onun içinde Saddam Cemal bu baskınların bazı yönlerini ve El-Bukamal’e nasıl saldırılar düzenlediklerini açık bir şekilde anlatıyor.

21. Şahitliğim

Şam’da tecrübe edilen bu olaylarda ve Devle’yle diğer gruplar arasındaki savaşta, Allâh’a and olsun, birçok gruptaki Mücahidin takvasına hayran kalacaksınız. Fakat Devle’nin dökmüş olduğu kana sessiz kalınınca durum ihanete dönüştü ve daha kötü hale geldi.

Allâh’a yemin ederim, bu yüzden çok şaşırdım. Bu, Devle’nin saldırganlığı ve zulmü hala belirsizken değil, saldırganlığı püskürtme ya da onların zulmüne karşı savunma sırasında meydana geldi. Şam’ın Mücahidlerinden defalarca “Kıyamet gününde boynumuzda Müslüman kanı olduğu halde gelmek istemiyoruz” diye duydum. Bazıları “Bize yardım etmeye ve bizi savunmaya gelen muhaciri nasıl öldürürüm?” diyordu (Devle’deki muhacirlerin niyeti Şam’a gelip Müslüman öldürmek değildi).

Devle savaşçılarının bu gruplarla savaşmayı takvalı bir hareket olarak gördüğü ve bunda yarışıp buna doğru acele ettikleri zaman durum buydu. Devle yönetimi bundan faydalandı ve genişledi, üslere ve silahlara el koydu, esir aldı ve öldürdü, onların saldırganlığına savunma ve geri püskürtme gereklilikleri dışında cevap verilmedi.

Şam halkını hafife aldılar, Mücahidleri ve onların yeteneklerini küçümsediler ve onlara korkak gözüyle baktılar. Ta ki Halep ve İdlip’te Devle’nin zorbalığı ve liderlerinin aptallığının bir sonucu olarak, onların sabrı tükenene ve sükunetleri öfke ve şiddete dönünceye kadar. Daha sonra keder, feryat ve Mücahidleri ihanetle suçlamayla devam ettiler!

Ve bu günlerde Halep’e saldırmaya çalışıyor, diğer gruplar tarafından (Halep’ten) çıkarılmalarının intikamı olarak ardı ardına patlayıcılar gönderiyorlar.

22. Şahitliğim

Devle, onlar hakkında söylediğimizi onaylayan ve Şam Mücahidlerine karşı kalplerinde gizledikleri gerçeği ispatlayan bir duyuru ya da söz yayınladığı zaman Allâh’a hamd ediyoruz.

Kim Devle’nin menhecindeki yozlaşmayı öğrenmek isterse, onların konuşmalarını ve sözlerini incelemesi (ona) yeter Allâh’ın izniyle. El Kaide ve El Kaide’nin menhecinin bozulduğu suçlamaları onların iftirasına iyi bir örnektir. “Afedersin El-Kaide Lideri” başlıklı konuşmasında Adnani diyor ki:

“Devle, Cihad büyüklerinin rehberliğine, öğütlerine ve onların işaretlerine bağlı kaldı. Bu sebeple Devle, kurulduğundan bu yana, İran’ı kan gölüne çevirmeye muktedir olduğu halde İran’daki Rafizilere saldırmamış, onları İran’da güven içinde bırakmış ve içleri öfkeyle dolu olan savaşçılarını bundan alıkoymuştur. Ve bütün bu geçen yıllarda hiddetini bastırmış ve İran’ı hedef almadığı için onunla işbirliği yaptığı suçlamalarına tahammül etmek zorunda kalmış, El-Kaide’nin İran’daki çıkarlarını ve ikmal yollarını koruma adına, liderliğin emrine uygun olarak Rafizileri güvenliğe terk etmiştir. Evet, Mücahidlerin sözlerinin birliği ve saflarının birliği adına askerlerini alıkoymuş ve öfkesini bastırmıştır. Tarih, İran’ın El-Kaide’ye paha biçilmez bir borçla borçlu olduğunu kaydetsin.”

Bu suçlamalar ve El-Kaide’nin İran’la bağlantılı olduğuna dair bu cüretkar şüphenin ve bu düşmanca açıklamaların tasdik edilmesi, El-Kaide’ye karşı pusuda bekleyen bir “iç ses” tarafındandı. Adnani, dinleyicilerinin kalbindeki fısıltıyı kışkırttı ve El-Kaide’yi bununla suçladı.

Bugün, bu sözlerin üzerinden dört aydan fazla zaman geçti, Devle savaşçılarının ribat hatları İran sınırına yaklaştı ve Safevi ordusu gözle görülebilir (derecede yakın). Soruyoruz Ey Adnani, İran kan gölüne mi döndü? Askerlerinizi serbest bırakıp, o öfkelerini dışarı vurmaya izin verdiniz mi? Ya da İran sana paha biçilmez bir borçla borçlu mu? Cevap: İran’a karşı hiçbir harekette bulunmuyorlar. Onların askerleriyle Irak’ın savaş alanlarında çarpışıyorlar ve iddia ettiklerinin aksine hala savaşı İran topraklarına taşımadılar.

Bilinmelidir ki; Adnani’nin sözleri çelişkiler, benzeşmezliklerle doludur; iddiasında Şeyh Eymen Ez-Zevahiri’nin sıradan Şiileri hedef almayın dediği emrini dinlemediklerini ve itaat etmediklerini ifade ediyor. Adnani, Şeyh Eymen’e itaatteki eksikliğine gerekçe olarak şu örneği söylüyor :

“Bunun bir örneği şudur: Senin, cehaletlerinden dolayı mazeret sahibi oldukları gerekçesiyle Müslüman hükmü verilen Irak’taki Rafızi kitlelerin hedef alınmasını durdurmamız için tekrar tekrar yapmış olduğun çağrıyı biz cevapsız bıraktık. Eğer sana biatlı olmuş olsaydık, onlar hakkındaki bu hükme katılmıyor olsak bile bu emre uyardık. Dinlemek ve itaat etmek konusunda bizim öğrendiğimiz budur. Eğer sen Devle’nin emiri olmuş olsaydın ve bu çağrıyı yapmış olsaydın ve seninle hemfikir olmayanları izole etmiş olsaydın bile yine de senin Rafızileri Devle’nin dışında, İran’da veya başka bir yerde hedef alınmamasına yönelik çağrına uyardık.”

Soruyoruz: Nasıl emrin bir kısmını dinleyip itaat edebilir ve diğer kısımlarda El-Kaide’yi dinlemeyip itaat etmezsin? O, insanları El-Kaide’ye karşı kışkırtıp onlarda şüphe oluşturmak istiyor. Adnani’nin konuşması kışkırtma, şüphelere yol açma, suçlamalar ve iddialarla doludur.

23. Şahitliğim

Devle’nin vakalarını takip eden kişiler, onların Şam’daki diğer gruplara karşı savaştğı her alanda “amaca giden her yol mübahtır” siyaseti izlediğini net olarak görür. Onların durumlarına ne uyuyorsa ona göre fetva verilir ve Şeriat bu hususlarda Emir’in yönlendirdiği bir piyondur. Onlara göre bir grup bağîdir, sonra onlara muhalifler derler, sonra onlara sahve ve mürted derler.

Bu açıkça Devle’nin bölgelerinde bulunur. Bazı bölgelerde belli bir grubu kafir ilan ederler, başka bir bölgede onları bağî olarak etiketlerler, bu arada başka bölgede onlarla birlikte savaşır ve ribatta yan yana dururlar. Bunu onların zayıf ya da kuşatılmış oldukları bölgelerde net olarak görüyoruz; bu alanlarda adaletsizlikle başa çıkmak için mahkemeleri kabul eder ve liderleri tarafından diğer bölgelerde kafir olarak adlandırılan birçok grubun İslâm’ını kabul ederler. Bu, menheci arzularına göre uyguladıklarını ve kendi durumları için uygun ve kârlı olan fetvaları verdiklerini doğruluyor.

24. Şahitliğim

Devle’nin çekimlerinde kendileri tarafından reklamı yapılan sloganlar, güçlü ateşli konuşmalar ve video prodüksiyonları Müslümanların kalplerinin derinliklerine dokunuyor ve İslâm Devleti, Hilafet gibi kavramlar onların umut ve arzularının bir parçasını ifade ediyor. Bu tanıtım, takipçi ve destekçilerinin yanı sıra genel olarak insanların kalplerindeki boşluğu doldurmak için.

Aslında Ümmetin yolunu gözlediği, ortaya çıkması ve tekrar ilan edilmesini beklediği şeyde acele ediyorlar. Gerçekte bu beklenilen; hilafetin dönüşü ve bütün Müslümanların onun gölgesi altında birleşmesidir.

Arap olmayan birçok insan onlardan etkilendi ve eşleri ve çocuklarıyla birlikte –onların dediğine göre- ‘Hilafet’ diyarına geldi. Sloganları her Müslümanın ruhunda bulunan bir özlemle kesişti. Devle liderliği bu sloganlardan otorite ve güç elde etmede avantaj sağladı. Gel gör ki; Şam halkının zihinlerinde İslâm Devleti (Devle) adı, bedenleri çarmıha germe, bombalı araçların kükremesi, ölüm ve cinayet sahneleridir.

25. Şahitliğim

Biz Nusret Cephesi Şer’ileri olarak (Devle ve Nusret Cephesi’nin) ayrılma emrinden ve Şeyh Eymen’in konuşmasından sonra, Devle’nin kötülüğü hakkında konuşmaları azarlıyor ve eğitim kamplarında Nusret Cephesi gençlerine “Şam topraklarında bize en yakın grup Devle’dir” diyorduk, kanımız onların kanını savunur, canımız onların canını savunur ve herhangi bir durumda biri onlara saldırırsa onların sadaklarında ok oluruz diye açıkça ve yüksek sesle ilan ediyorduk. Onların yayınlanan dergilerinde sahvelere karşı tek safta savaşıyoruz, o sahveler ki savaşmaya gelen, kendilerine savaş ilan edilen ve öldürülen Mücahidler. Karşılığında Devle askerleri onlarla eğitim kamplarında bir araya geldi ve Şer’ileri ve emirleri tarafından bizim baği olduğumuzu, asiler olduğumuzu söylediler ve aslında hepimizin sayılarımızla, malzeme ve ekipmanlarımızla kendilerine ait olduğumuzu ve onlara dönüp silah ve karargahlarımızı teslim etmemiz gerektiğini söylediler. Allâh’tan yardım istiyoruz.

İstihbarat hareketleriyle alakalı raporları ve bunun yanı sıra kendi gündemleri için araç olarak kullanılan diğer grupları ve Şam’da İslâmî bir projeyi durdurma girişimilerini tartışıp değerlendirdiğimizi unutmuyorum.

Korkularımızın çoğu (Batı destekli) koalisyona ait, dış bağlantılarıyla Batı ve Arap bölgelerinin desteğini alan Özgür Suriye Ordusu kaynaklıydı.

Asla tahmin edemediğimiz şeyler oldu, Şam Mücahidleri için bir kalkan ve kale gibi gördüğümüz Devle, onlara karşı sıyrılmış bir kılıç haline geldi. Ve onları kötü bir dille kafir diye çağırmaya, dinlerinde yargılamaya, Şam topraklarında öldürme, patlama ve yok etmeyle zararın yayılmasına sebep olmaya, Şam’daki her Mücahidi kafir olarak etiketleyip, salihleriyle günahkarları, genciyle yaşlısı, alimi ve cahili arasında fark gözetmediler.

Aslında onların kendileri Şam sahasında fitneydiler ve oradaki bölünme ve anlaşmazlığın başlangıcıydılar. Kendi rollerine göre sahvelerle dövüştüler, yani Mücahidlerle savaşıp onları öldürdüler ve Şam’da gerçek sahve oluşturmak için uygun bir ortam, dış müdahale ve haçlı ittifakı için bir bahane oluşturdular.

26. Şahitliğim

Suriye halkı zalime karşı, daha zorba biri gelsin ya da acımasız bir adamı kovalım onun yerine daha acımasız bir adam kendilerini yönetsin diye kıyam etmedi.

Gökyüzünden üzerlerine düşen, Nusayrilerin füzelerinin ve  ölümcül varil bombalarının korkuları dinmedi, bu sadece zemindeki patlayıcılar ve TNT yüklü cesetlerle yer değiştirdi. Şam halkı Bağdadi savaşçılarının gelip onlardan tekrar “özgürleştirdiği” dışında Nusayrilerden bölgeleri özgürleştirmedi.

İlk ayaklanma başladığında Şam halkı kendi amaç ve planını ilan etti, onların güzel sloganı şuydu;

‘İstemiyoruz dışardan önergeleri’

‘Ne de ulusal şirk konseylerini’

‘Onlara rağmen bir İslâm devleti kuracağız’

‘Anayasası Kur’ân ve Nebevi Sünnet olmalı’

Mübarek devrimlerinin ve büyük cihadlarının ilk gününden itibaren dediler ki; ‘Yâ Allâh, Senden başka bizim kimsemiz yok’.

Şam halkının yaptığını yapamayanlar, dışarıdan onların yaptıklarında hak iddia edemezler. Kendi ülkesindeki zulümle yüzleşmekten korkan; cesaret, kahramanlık ve fedakarlıkta öne geçen üzerinde hakimiyet kurmak istiyor.

Bu cahiller kendi ideolojilerinin sonucu ve aptallıklarının ilhamı olan bir projeyi dayatıyorlar. Bununla cephelerde bozulmaya, kan dökülmesine ve insanların dinleri hakkında fitneye düşmesine sebep oldular.

Allâh’tan yardım diliyoruz.

27. Şahitliğim

Şam’daki Mücahidleri ve onların en iyilerini takip edenler onların suikastlerle katledildiğini görür. Grupların ön cephelerinde yer alan bu kişilerin cinayetlerinden Devle’nin güvenlik organları sorumluydu. Aslında onlar (Devle), Şeyh Halid Suri ve diğerleri gibi, Amerikalıların, onların işbirlikçilerinin ve Nusayri rejimin öldürmeye güç yetiremediği kişileri haince öldürüyorlar. Allâh’tan şehadetlerini kabul etmelerini diliyoruz.

Bu Irak’ta da olmuştu; Mücahidlerin emirlerine ve Ensarul İslâm Cemaati gibi grupların kadrolarına suikast düzenlemişlerdi.

28. Şahitliğim

Devle medyası ‘Devlet’ ismiyle yükselişinde ve prestijini artırmada başarılıydı. Medyaları bütün grupların medyalarından daha güçlüydü.

Devle’nin internet üzerindeki destekçileri diğerlerinden daha gayretli ve sadıktı. Eğer zayıf ve güçsüz bir medyaları olsaydı, bırakın Devle’nin hareket ve inançlarındaki bozuklukları yaymayı, kuruluş ve hiziplerine karşı suçlamaları bertaraf edemez ve kendilerini savunamazlardı. Gerçekten Devle medyası profesyoneldi, yayınları üretken ve tecrübeli ekipler tarafından yapılıyordu. Bu yüzden sempatizanlarının ve destekçilerinin sayısına şaşırmadık. Medyanın tüm nesli değiştirmesi mümkündür (İnş), buna ek olarak, kendilerine savunucu ve destekçi toplamak için de güvenli bir liman oluyor.

29. Şahitliğim

Onların menheclerini ve bir kısım cürümlerini ortaya çıkaran bazı yayınları size tavsiye edeyim:

a. El Basira kuruluşunun yayınları, itiraf ve şahitlikler hakkında.

b. “Gerçeklerin İfşası” Devle’nin Deyr Zor’da işlediği bazı cürümlerin anlatıldığı, El Enfal kuruluşu tarafından yayınlanan bir yayın.

c. Bazı Devle mahkumlarının itiraflarının kaydı.

30. Şahitliğim

Bugün Şam’ın durumu, oradaki cihad ehlinin durumu ve cephelerin neler çektiği anlatılamaz hale gelmiştir. Akıl çoğunu hayal etmekte dahi aciz kalıyor!

Vallahi kaç defa olayların bu hale nasıl geldiğini oturup düşündüm. İki yıldan fazla kuşatmadan ve yüzlerce şehid verdikten sonra İbni Velid’in Humus’u Nusayrilerin eline düştü.

Ya Guta? Mücahidleriyle, muhacirleriyle, sivilleriyle, çocukları ve yaşlılarıyla hepsi kuşatmadan ötürü acı çekiyor. Onların açlık, susuzluk ve güçsüzlük dışında ağladıklarını göremezsin. Kendilerini yok etmeyle tehdit eden Nusayri ve Lübnan Hizbullat askerleri arasında kuşatılmış yaralı Kalamun…

Şam topraklarında mahkumlar çok fazla, hapishaneler cezaların şiddetli türlerine maruz kalan, dinleri ve onurları hor görülen kardeşlerimiz ve bacılarımızla dolu. Bütün bunlara rağmen Devle hala Mücahidlerle savaşıyor ve onlardan biat istiyor. Bütün gücü, ekipmanı ve sayısıyla çabalayıp Halep’e baskın yapıyor ve kendilerinin ifade ettiği gibi orayı ‘Sahvelerden’ özgürleştiriyorlar. Nusayri rejime karşı değil, Nusayri rejime karşı savaşan grup ve taburlara karşı art arda patlayıcılar gönderdiler.

Bütün kafirleri Müslümanlara karşı kendini sağlama almış ve tek siper olmuş bir halde bulduk. Ehli Sünneti öldürüp yok etmek ve Safevi/Haçlı komplolarını kurmak için kendi erkeklerini, servetlerini feda ettiler ve medyalarını kullandılar. Karşılaştırılınca, Sünnileri bölünmüş, ihtilafa düşmüş ve birbirleri arasında savaşır halde görüyoruz. Bu ihtilafın, tekfirin ve cinayetin sorumlusu Devle grubudur.

Onlar; içinde İsmaililerin, ‘Onikiciler’ (Şia tarikatının), Durzilerin, komunistlerin, Nusayrilerin, ve ateistlerin bulunduğu Küfr ehliyle kıyaslandığında daha büyük olan bir çember çizdiler Sunnilere.

Onlar Sünnilerin bu çemberini daralttılar ki böylece bu, ‘Menhec çemberi’ adında Sunnileri felakete sürükleyen, onları dinlerinde şüpheye düşüren, Nebi’nin (sav) sünnetinden şaşırtan ve bu büyük dinin çarpıtan daraltılmış bir çember oldu.

31. Şahitliğim

Tarih, Guta inlerken ve Haseke’deki Sünniler acı çekerken Devle ordusunun Halep’e saldırdığını kaydetsin. Tarih, Humus kuşatmasında Devle konvoylarının Haseke, Deyr Zor ve Halep’ten Nusret Cephesi ve Ahraruş-Şam’la Rakka’da savaşmak için ayrıldığını kaydetsin. Tarih, bacılarımızın Nusayri zindanlarında hamile bırakıldığı zaman Devle’nin, Şam’daki Mücahidlerin liderlerine ve kadrolarına suikast düzenlediğini kaydetsin. Tarih, Mücahidlerin önden Nusayriler tarafından arkadan Devle ordusu tarafından kuşatıldığını kaydetsin. Tarih, Nusayrilerin Halep Mare’yi vurduğu aynı anda Devle’nin de ağır silahlarla vurduğunu kaydetsin.

32. Şahitliğim

Şam’da ön cephelerde bulunan insanlar, Mücahidlerin bütün grupları, ilim talebeleri, önceki liderler, cihadın tecrübeli liderleri, muhacirler, ensar, Mücahidler ve halkın genelinin hepsi için Devle’yi, onların ideolojisini ve politikalarını reddetmek gerçek bilinmedikçe mümkün değil.

Onlar burada yaşadıkları ve gözleriyle gördüklerini bilmeliler; internet siteleri, yapımlar ve twitter tarafından yansıtılanları değil.

Bu insanların sapkınlık ve zulüm üzere birleşmesi mümkün değil, aslında ideolojilerinin farklılığına rağmen Devle’ye karşı savaşmaya, ona karşı uyarmaya ve onu reddetmeye oy birliğiyle karar verdiler.

33. Şahitliğim

Devle’nin durumunu gören ve onları yakından tanıyanlar Şam’da Devle’nin ilanı ve projesi Suriye devrimi için bir bıçaktır, özel olarak Şam’da genel olarak Ümmette bir fitnedir diyorlar. Bu gerçeği anlayan kimseler, Şam ehlinin üzerindeki acıyı ve imtihanı bilir; Allâh’tan bunu gidermesini diliyoruz.

Müslümanlara karşı büyük cürümler işlediler, ideolojik suçları kan ve cana karşı işledikleri suçlardan daha büyüktür. Bugün akide ve fikir olarak Mücahidlerin üzerine inen büyük bir yozlaşma ve fitne haline geldiler. Dinde birçok yeniliklerin benimsenmesinde başı çektiler ve insanları Müslümanların kanını dökmede cesaretlendirdiler. Sivillerin kalkan olarak kullanılması ve istişhad operasyonları gibi konularda ruhsatı genişlettiler. Onları yolların en dar olanına zorladılar. Onlardan birçoğunu riddete ve cihadı terk etmeye sürüklediler ve fitneden kaçınıp cepheleri terk etmelerine neden oldular. İslâmî gereklilikleri başarmadan, vaktinden önce olaylarda acele ettiler; devlet, hilafet, kölelik, cizye vergileri gibi.

‘Irak Şam İslâm Devleti’ ilanında genel bir fesat var. Allâh’tan benim için bu kitabı tamamlamayı mümkün kılmasını diliyorum, bu konuya “Irak Şam Devleti ilanındaki genel fesat” başlığıyla başladım.

34. Şahitliğim

ÖSO ve Şam’daki diğer gruplar Devle’den hikmetli, iyi bir açıklama işitmeden kendilerinin kafir, sahve ve mürted olduklarını işittiler. Devle savaşçıları ve Şer’ileri olayları açıklayıp iyi davransaydı yüzlerce, binlerce asker onların safında olurdu, özellikle de ÖSO’dan.

ÖSO’daki askerler çoğunlukla cahildi ve on yıllarca dinden mahrum kalmışlardı. Devle’den ilk duydukları kendilerinin mürted ve kafir oldukları, eğer ölürlerse cehennem ateşinde olacaklarıydı. Buna rağmen biz onlardan biriyle görüştüğümüzde, görüştüğümüz kişinin amaç ve hedefi Şeriatla hükmedilmesi ve bir İslâm Devleti kurulmasıydı –nadir istisnalar hariç- Fakat Devle’nin kendi yoluna, kendilerine katılma daveti ve tavrı kaba ve talihsizdi. Davetçileri insanları davete ve onları cesaretlendirmeye münasip değildi. Vallahi bunda bir hikmet vardır, aksi halde birçok insan Devle saflarında olur, onların suçlarına, günah ve zulümlerine ortak olurdu.

35. Şahitliğim

Rafizilere (Şiilere) ve Nusayrilere karşı Devle savaşçıları tarafından verilen zarar, onlara Sünnilerden ve Mücahidlerden aynı miktarda ya da yarısı kadar öldürme hakkı vermez. Nusayri askerlerinden yüzlercesini öldürmek, Şaîtât kabilesinden yüzlercesini yüzlercesini öldürmeyi haklı çıkarmaz. Nusayrilerin kışlalarından bir ya da ikisinin özgürleştirilmesi, onlara Sünnilerin topraklarını (Sünnilerden) ‘özgürleştirmelerine’ izin vermez.

Ne öncekilerden ne de sonrakilerden şunu diyen olmamıştır: “Nusayrilerin, Rafizilerin ve pis Mürtedlerin kanı Sunnilerin ve Muvahhidlerin kanına denktir.” Dökülen kan, hem onu döken için hem de onun dökülmesine yardım eden, destek çıkan için ateş olacaktır. Adaletsizlikle kurulan bir saray yüksek ve görkemli de olsa yıkılır, çünkü yalan üzerine inşa edilmiştir ve Allâh’ın azâmeti yücedir, tertemizdir ve sadece temiz olanı kabul eder.

36. Şahitliğim

Allah’ın dini şerefli bir dindir, öyle ki biz onu bidatlerle destekleyemeyiz ve onun minaresi Müslüman kanı dökülerek yükselemez. İslâm Devleti günah üzerine kurulamaz ve ona sahtekarlık üzerine toplanıp bağlanılmaz. Bu devlet kendisini, Mücahidlerin kanıyla özgürleştirilmiş toprakları ele geçirerek genişletemez. Mürted olduğunu düşündükleri aynı Mücahidleri bugün kafir diye adlandırıyorlar.

Bu Devlet, diğer Mücahid grupların ellerinden onları haksızca öldürerek ya da kaçırarak silahlarını gasp edip silahlandırılamaz. Hilafet Ümmetin durumunu düzelten bir rahmet projesidir ve farklı yollara rağmen tüm Ümmeti içine alır (kapsayıcıdır); inanışa ters düşen bir doktrin kurmak, insanların katledilmesine ve riddetine sebep olmak ve onlara kaldıramayacaklarını yüklemek değildir.

37. Şahitliğim

Son olarak, Devle savaşçıları ve liderlerinin hidayet bulması vallahi bana her şeyden daha sevimlidir. Onların Müslümanlara tevazu, merhamet ve nezaket göstermesi, Mücahidleri koruması ve onlara yardım etmesi vallahi Allâh’tan gerçekleşmesini dilediğimiz ümitlerimizdir. Bize karşı suç işlemiş ve kardeşlerimizi, emirlerimizi ve sevdiklerimizi katletmiş olmalarına rağmen.

Bugün savaş meydanı haçlılara, Safevilere ve dinin tüm düşmanlarına karşı hala bizim birleşmemizi gerektirmektedir. Devle savaşçıları ve emirleri Ümmetin bir parçasıdır, onların iyiliği Ümmetin hayrına; onların kötülüğü Ümmetin aleyhinedir.

Allâh’a hamd ile tamamlıyorum, şahitliğimde Devle’nin suçlarının özetini, birçok günahın, zulmün ve menheclerindeki yozlaşmaların çok azını yazdım. Yazmış olduğum olayların bazısı belki bazı kardeşler için bir anlam taşımaz ama niyetim okuyucunun Devle grubunun hakikatini, menheclerinin ve yollarının ne olduğunu ve Şam’daki cihad ehlinin onlara karşı gösterdiği sabrı ve Devle’nin yüklendiği günah, azgınlık ve zulümleri bilmesiydi.

Ben Şam topraklarında herhangi bir Mücahid veya muhacir gibiyim, biz özellikle bir gruba yardım etmek veya katılmak için gelmedik, bizim amacımız Allâh’ın dinine zafer kazandırıp, sünnetin sancağını yükseltmek ve Şam’ın zayıf halkının üzerinden zulmü kaldırmaktır. Bizim katılmamız ve karşı çıkmamız, sevmemiz ve nefret etmemiz iman temeli üzerinedir, sloganlar ve isimler üzerine değil. Şam ehline yardımımız özellikle bir zalime karşı değil, aksine her zalime karşıdır, öyle ki o kişi bize insanların en yakını dahi olsa. Ve hatalar karşısında sessizlik ve hakkı gizlemek dine ve Müslümanlara ihanettir.

Allâh’tan bizden kabul etmesini ve amellerimizi ihlasla O’nun Yüce Cemali için eylemesini diler; eksikliklerimiz, hatalarımız ve işlerimizdeki taşkınlıklarımız için O’ndan af dileriz. O’ndan şehidlerimizi kabul edip, derecelerini yükseltmesini ve Naîm Cennetlerinde onlara katılmayı, Şam’daki Mücahidleri, onların kelimelerini ve saflarını Ehli Sünnet sancağı altında birleştirmesini dilerim ki koruyan O’dur ve O buna Kâdir olandır. Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok merhametlisin.

Ebu Usame El Cezravi

Mübarek Şam Toprakları,

Cuma 9.12.1435

Çeviren: Qamar Al-Quds, Katabird

pkk’dan Ayrılan Ummu Sa’ad

1) Örgütle ilişkin nasıl ve ne zaman başladı?

بسم الله الرحمن الرحيم

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve Selâm Rasûlullâh’a olsun.

Küçük yaştan beri klasik, sorgulamasına izin verilmeyen, içinde birkaç milliyetçinin bulunduğu bir aile içerisinde büyümüş bir çocuktum. Belli döneme kadar ailemin fikirleriyle hayatıma devam etsem de, örgütle tanışmam lise dönemimde gerçekleşti. Liseye başladığımda sınıfımda bulunan Kürt bir kız sayesinde Kürt halkını ve vermiş olduğu özgürlük (!) mücadelesini tanıdım. 90’lı yıllarda yaşayan herkesin olduğu gibi benim de o ırka ve verdikleri mücadeleye karşı tavrım belliydi, ta ki onu tanıyana kadar.

Birinci sınıfın sonlarına doğru bir arkadaşlığımız başladı. Takip eden süreçte en yakın arkadaşım o oldu. İlk başlarda ben siyasetten dolayı biraz çekinirdim kendisinden, fakat o benim desteklediğim parti dışındakilere hep kötü şeyler söylerdi; “Aaa bu kız da benimle aynı” derdim. Çocukluk işte. Zamanla bana devletin o topraklarda onlara ve ailesine olmak üzere nice insanlara neler yaptığını anlatmaya başladı. Ailesiyle tanışıp onlardan da duyduklarım gerçekten hayret vericiydi. Bunca yıldır hep onların kötü, devletin iyi olduğu algısıyla yaşadığımız için bu algım sarsılınca ne yapacağımı anlayamadım. Ve söylediği şeyleri araştırdım. Birkaç basit arama ile hem devlet yanlısı kaynaklar hem de örgüt yanlısı kaynaklar bulmak zor değildi. Tabi bu süreç 1-2 aylık değil, 1,5 – 2 senelik bir dönemde oldu. Yavaş yavaş bana anlatıyor bazı şeyleri, bir şeyler öğretiyor, bir şeylere sempati duymamı sağlıyordu. Komik Kürtçe kelimeler, halaylar, marşlar, acı çeken bir halk, dost olarak görülen bir insan ve ona duyulan güven sonucu 2 – 2,5 senede ben onun istediği kıvama gelmiş biri olmuştum. Ardından üniversite süreci ve bu süreci takip eden süreçte hapiste bulunan PKK’nin gençlik yapılanması olan KCK’lı biriyle tanışmam, mektuplaşmam ve gezi süreci birleşip beni örgüt içerisinde aktif görev almaya itti.

2) Örgüt içinde bir görevin var mıydı?

Bulunduğum ilçedeki parti binasına gidip orada aktif olarak rol almadan önce örgüte bağlı bir derneğe gittim. Bireysellikten çıkıp, bir yere resmi olarak dâhil olma kararı vermiştim. İlk önce, bu örgütün sadece üniversite öğrencilerinin dâhil olduğu bir topluluğa katılmak istedim. Eylem yapma isteği, gaz bombaları, barikatlar, güvenlik görevlilerine küfürler, taşlar.. Ne kadar ilgi çekici geliyordu o dönem. Arkadaşımla gittik bir gün derneğe. Daha ilk gidişimiz; ırkımızdan dolayı bizim yanımızdan kalkıp gidenler yüzünden, oraya karşı bir soğukluk oluştu içimizde. Ve oranın aradığımız yer olmadığını anladık. Oraya dâhil olmadan, oranın etkinliklerinde bulunup, daha çok kişiyle tanışma fırsatı buldum. O dönem Barzani’nin hendek kazdırma olayları vardı, örgüt gençlerin iradesini partiye teslim etmeleri gerektiği çağrısını yapıyordu. Ve tanıştığım bir erkek vardı, herkese karşı mesafesini ve tavrını takdir ettiğim için bir tek ona güvenirdim. Yoldaşlık ilişkisini bilir, kadınlara farklı yaklaşmazdı. Ona dağa gitmek istediğimi, katılım yapmak istediğimi belirttim. Ondan haber beklemem gerektiğini belirterek oradan ayrıldı. Buluştuğumuz yerde dükkânı olan bir tanıdığımı arayıp buluşmaya çağırdım. Olanları anlattım. Beni kalmam konusunda ikna etti. Kalıp burada yapmam gereken daha çok şey olduğunu, buradaki görevlerin daha önemli olduğunu anlattı. Bana bir yol haritası çizdi. Neden burada kalıp daha çok kişi kazanmak varken orada öleceksin yazık değil mi tarzı konuştu. Anlattıkları bana daha mantıklı geldi, gitmekten vazgeçtim. Elhamdu Lillâh, bu karşıma çıkan ilk engeldi. Rabbim canımı kâfir olarak almadı Elhamdu Lillâh.

Zaman böyle ilerliyordu, ben hala bireysel olarak takılıyordum. Kobanê olayları baş gösterdi. Bir arkadaşım oraya gitti. Beni oradan sürekli arıyor, durumu bildiriyordu. Ben de onun aracılığıyla sosyal medyada yayınlıyordum haberleri. Resim, video vb bilgileri. Örgüte katılım yapmamıştı, sınırda bekliyordu diğerleri gibi. Bu dönemde toplu katılımlar olmuştu örgüte. Üniversitelerden özellikle, 20-30 kişilik gruplar sürekli katılım yapıyordu. Geri dönmesini istedim ve birlikte oraya gitmek istediğimi belirttim. Bu isteğim üzerine geri dönerken çok sıkıntılar yaşadı, kimlikleri tespit edildi, haklarında dava açıldı, derken onun gitme durumu ortadan kalktı. Elhamdu Lillâh, Rabbim ikinci bir engel çıkartıp gitmemi engelledi. Belki o saflara katılsam; bugün Mücahit olarak gördüğüm kişilerle savaşacaktım. Çünkü YPG, sadece İşid ile savaşmıyordu, malum.

Ardından örgüte ait partiye katılmak istedim. Çünkü bunca deneyimlerimden şunu çıkartmıştım; asıl illegal olanlar, legal görünenlerdi. Legal bir yapının içindeyseniz her türlü illegalliğe bir kılıf bulunuyor. Ama başlı başına illegal bir örgütteyseniz, gerçekten başı çok ağrır insanın. Ben de legal olan siyasi bir partiye katıldım ve orada aktif olarak rol almaya başladım. Orada yeni bir gençlik komisyonu oluşturduk.

3) Faaliyetleriniz nelerdi? Neler yapıyordunuz?

Örgütün dağ kadrosuna olan katılımlardan dolayı güvenlik güçlerinin takibinden ve örgüte katılan kişilerin ailelerinin tepkilerinden dolayı; partide birkaç genç erkek vardı sadece. İlk olarak gençlerden biriyle gençlik odası oluşturmaya karar verdim. Bu partiye bağlılığım ve ilgim herkesin hoşuna gidiyordu ilk başta. En azından ben öyle sanıyordum. Bana karşı çok sıcak bir tavır vardı. Herkes bana karşı çok ilgili, çok sevgi doluydu. Ben ailemle yaşadığım sorunları orada unutuyor, orayı evim gibi görüyordum. Depo olarak kullanılan eski gençlik odasında köklü değişimler yaptık. Önce boyadık, yerlere parke yaptık, kitaplık yaptırdık.

Eski gençliğe ulaşmaya başladık, derken 15’e yakın bir gençlik yapılanması oluştu. Haftada bir, akşam toplantılarımız oluyor, gündemi değerlendiriyor planlar yapıyorduk. Biz komisyonumuzu kurduk, kurduğumuzu ilan edecektik. Bunun için çalışmalar yapacakken, … Bulunduğumuz ilçede başka bir yapılanmaya gidileceği, artık siyasi partiden bağımsız olarak eylem yapabileceğimizi söyledi ve bu konuda gençlikle konuşmamız gerektiğini belirtti. O da toplantılarımıza dâhil oluyor, bizimle bir şeyler paylaşıyordu. Herkese bazı bölgeler verip buralarda çalışmalar yapma görevleri veriyordu. Sözcü olduğum için bulunduğum ilçe ve yakın ilçelerdeki diğer sol gruplarla görüşmeleri ben gerçekleştiriyordum. İnsanları partiye dâhil etmek için çalışmalar yapıyor, çevredeki esnafları vs ziyaret ediyorduk. Yakın ilçelere gidiyor oradaki örgütleme çalışmalarına, eylemlere, cenazelere katılıyor, oldukça aktif bir rol alıyordum. Farklı etkinlikler planlıyor, yeni oluşturulacak yapılanmaya uydurmaya çalışıyorduk. 

4) Örgütten seni soğutan şeyler nelerdi?

Özellikle kadın erkek ilişkileri, ajan suçlamaları, ilişki dedikoduları. Parti içerisinde bulunan bir grup oldukça milliyetçi ve laubali tavırlar içerisindeydiler. Partide bulunan diğer kadınlara olan yaklaşımları, toplantıdaki ciddiyetsiz tavırları, benim yanımda benim anlamamam için Kürtçe konuşmaları beni o ortamdan uzaklaştırdı. Gençlik içinde milliyetçi olan grup, ırkımdan dolayı beni dinlemiyordu. Çok temiz giyindiğim, kıyafetlerim ütülü olduğu, konulara hakim olduğum için vs saçma düşüncelerle ajan olabileceğimden şüphe ediliyordu. Parti içindeki birine Komutan Agit kod adlı Mazlum Korkmaz ile ilgili; onun örgüt içi infaza kurban gittiği konusunu açmıştım. (Örgüt içinde birisi Agit’i kıskanıp yerine geçmek için öldürmüş, ilk kurşunu devlet sıkmamış. Bu konu örgüt içinde dahi konuşulması yasak olan bir durum.) …, PKK’nin uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını ve YDGH içindeki kişilerin uyuşturucu kullandıklarını, PKK içindeki kişilerin cinsel ihtiyaçlarını gideremedikleri için ilaç kullandığını, örgüt liderinin aslında İmralı’da olmadığını, Paris’te öldürülen Sara kod adlı Sakine Cansız’ı PKK’nin infaz ettiğini ve daha bir sürü şeyi paylaşmıştı benimle. Bunları parti içerisinde paylaştım ve söyleyen kişiye bazı konularda katıldığım için ona destek verdiğim için de gözlerinde ajan olma ihtimalim yükseldi. Bu konulardan tartışmalar çıkıyordu. Toplantılardan önce çantam karıştırılmak isteniyor, kavga çıkıyordu. Birinin sakalı olduğu için de Işid’li bir ajan olduğu söyleniyordu. Dedikodular kavgalara neden oldu ve doğal olarak herkes dedikoduları ortaya atan olan grubu tutmaya başladı. Devreye farklı birimler girdi, bu olaylar yüzünden içimde partiye karşı inanılmaz bir soğuma oldu Elhamdu Lillâh.

3) Gençleri çekmek için ne gibi taktikler uyguluyorlar?

Özellikle kahramanlık hikâyeleri, “sen de mücadelemize ışık tutacaksın; sen özelsin, bunu sadece sen yapabilirsin” tarzı söylemler. İnsan yazarken ne kadar basit geliyor, ama içinde bulunulan ortam o kadar farklı ki; bu sözler insana çok özel hissettiriyor kendini. Biz gençlerin hoşuna gidecek her şeyi yapıyorduk doğrusu. Toplanıp bir ilçe binasında 25 kişiye yemek yaptığımı bilirim, sırf bizimle vakit geçirsinler diye. Bu yemek olayını çok yapardık mesela, çiğ köfte partisi, baklava partisi, kartopu savaşı, birlikte konsere gitme, ilçe arabasını kaçırıp gezme, stratejik düşünmemizi arttıracak oyunlar, basit gelebilir ama birlikte halay çekmek için buluştuğumuz olurdu. Yeni biri olduğu zaman uzun saatler sohbet ederdik, parti binasında kaldığımız dahi olurdu. Sürekli o kişilerle ilgilenme, kendimize daha çok çekmek amaçlı parti dışında kurulan arkadaşlıklar.

Hatta şu dipnotu ekleyeyim; bir erkek vardı. Sırf daha çok kadın gelsin diye onlarla duygusal ilişkiler kurar partiye dâhil ederdi.

Yine eğer yeni biri varsa görevler verilir, daha çok sevmesi için onu daha çok dâhil ederdik bir şeylere. Pankartı ona tutturur, karanfilleri ona dağıttırırdık en basitinden. Bu durum o kişide çok farklı hissiyatlar uyandırırdı. Sattığımız dergiler için herkesten para alırken ona hediye ederdik mesela. Kısacası önemsiyormuş gibi yapardık o kişiyi. Ve bu her zaman etkili bir taktikti.

4) İslâm’a dönüşün nasıl oldu?

Partide karmaşık bir durum söz konusuydu. …, ben de dahil olmak üzere 3 kişinin örgüte katılması yönünde tabiri caizse psikolojik baskılar kuruyordu. Hepimizle tek tek görüştü. O ikisine şehir yapılanmasında görev almayı teklif etmiş. Bulunduğumuz ilçede YDGH yapılanması yoktu. Benimle görüşürken ise, bir yazı açtı önce onu okuttu. Okuduğum yazı KCK’nin gençlere çağrısıydı. Sıkıntılı bir süreç olduğunu, gençliğe ihtiyaç olduğunu anlatıyordu. Yazı hakkında düşüncelerimi sordu, belirttim. Ardından bana, mücadeleye destek verdiğim için çok mutlu olduğunu, örgütün beni çağırdığını anlattı. Birilerinin, arkada kalanlara öncü olması gerektiğini ve örgütün kararıyla da bu kişini ben olduğumu söyledi. İlk başta içimi bir gurur ve onur kapladı. Bu davaya canını vermiş onlarca kadın Şehid (!) gibi olabileceğimi, senelerdir hayalini kurduğum yaşama kavuşacağımı düşündüm. Çünkü buralarda, bu beton yığınlarında çürümek istemiyor, özlediğim dağ yaşamına kavuşmak istiyordum. Peşimden gelebilecek onlarca insanı düşünüyordum. “Biliyorsun heval, PKK’nin ilk şehidi bir Türk (Haki Karer). Onun verdiği mücadele ile PKK içerisinde birçok ırk var. Bugün özellikle YPG içerisinde birçok ırktan ve inanıştan insan mevcut. Yaşamın gelecek nesillere ışık tutacak” gibi şeyler zırvaladı. “Ne zaman?” diyebildim sadece. “Yarın sabah” dedi. Neden bu kadar erken diye düşündüm. “Kaybedecek zaman yok, seni çağırıyorlar, örgüt senden çok umutlu, bu ilçede bunu bir tek senin yapacağına inanıyorlar, çok araştırıldın ve seçildin; bir mektup yaz bu akşam, tüm hazırlıklarını yap sabah gideceğiz. Mektubu ailene ulaştıracağız sen yerine ulaşınca” dedi. Düşündüm biraz. “Yoksa senin yoz bir ilişkin mi var” dedi suçlayıcı bakışlarla. Bizim sevgilimiz olamazdı partinin kurallarına göre. Örgüte göre aşk özgür yaşamdı. Zaferi olmayanın aşkı da olamazdı. Kararı kendisine bildireceğimi söyleyerek ayrıldım. Üçümüz istişare ederek kalmaya karar verdik. Kendisine de belirttik. Buradaki mücadele bizim için daha önemli dedikçe o bizi gitmeye zorluyordu. Ardından yakalanma süreci oldu da, Rabbimin çıkarttığı üçüncü engelle burada kaldım Elhamdu Lillâh.

Tüm bu karmaşalar sonucu biraz uzaklaşıp, arkadaşımla vakit geçirmem gerektiğini düşünüyordum. Günlerim onunla geçerken, o bir buluşmamızın akşamında kötü bir rüya gördü. İkimizi mahşer meydanında görüyor, her yer duman içinde. Ben ona yalvarıyormuşum beni kurtar diye, o ağlıyor. Bir ses “öyle olmak istemiyorsan tövbe et, bak o cehenneme gidecek” diyor, arkadaşım çok etkilenip ağlayarak bana anlatıyor. Subhân Allâh. Ben aldırış etmiyorum geçiştiriyorum, bir rüya diye.

Üzerinden 1 hafta-10 gün geçiyor. Hayatımın en korkunç rüyasıydı. Subhân Allâh. İliklerime kadar yaşadım o anları.

Uyuyorum, cehennemin kapısında uyandım. Yüzümü, bedenimi saran sıcaklıkla uyandım. Yalvarıyorum. Allah’ım nolur bir şans ver, vallahi çok pişmanım. Rabbim bir kere namaz kılayım da öyle at beni cehenneme.. Bir ses..
“Sen o şansı kaybettin, atın cehenneme!”

Uyandım. Uyandığıma ilk kez bu kadar şükretmiştim. Ezan okunuyordu uyandığımda. Bedenim, cehennemin sıcağını hissetmiş gibiydi. Yazın en kızgın güneşin altında kavrulursunuz da, deriniz ateş gibidir hani; işte öyleydi tenim, uyandığımda.

Ve o sabah namaza başladım. İman ettim, tüm çevremle iletişimimi kestim; sevgilim de dâhil. Bütün hesaplarımı kapattım, numaramı değiştirdim.
İman ettim bir hafta sonra Rabb’im hidayet nasip etti, Tevhid’le tanıştım. Elhamdu Lillâh hidayetim o kadar çabuk gerçekleşti. Rabbime ne kadar şükretsem azdır.

5) Gezide olan olaylara ve daha önceden yaşadığın olaylara baktığında bütün bunları şimdi nasıl değerlendiriyorsun?

O kadar iğrenç; kâinatın en pis çöplüğünden bile daha pis bir cahiliye hayatım varmış. Allâh Subhânehu ve Teâlâ beni ve sizleri affetsin. O süreçte özellikle eşcinsellere ve kâfirlere karşı içimde aşırı bir sevgi oluşmuştu. Allâh onlara hidayet nasip etsin, hidayete tabii olmayacaklarsa da helak etsin. Özellikle gezi sürecinde çok kez ölümden döndüm, keza örgüte katılım isteklerinde de Rabb’im hep bir engel çıkarttı.

Şimdi o günleri düşünüp, sadece “Elhamdulillah” diyorum.

Rabb’im, ne kadar büyüksün ki, senden ve sevdiklerinden uzak durup; sana düşman olan kim varsa onları dost bilmeme rağmen benim gibi avam birine hidayet nasip ettin. Ben kendimden ümidimi kessem de, Sen benden ümidini kesmedin. Rabb’im benim kâfir olarak ölmeme izin vermediği için ne kadar şükretsem azdır.

6) Allâh Subhânehu ve Teâlâ sana hidayet nasip ettikten sonra, seni eski çevrenden görenler oldu mu? Sana nasıl tepki verdiler? Hiç tehdit edildin mi?

Sosyal medya üzerinden, eski bir tanıdığıma denk geldim. Benim sürekli ayet, hadis vb paylaşımlar yapmam dikkatini çekmiş. YPG’ye karşı Mücahitlere dua ettiğim için bana “Sen Mücahide bir fa…şesin, o köpeklerin ajanısın” gibi şeyler dedi.

Kimseyle görüşmediğim ve hidayete tabii olduğumu bilmedikleri için herhangi bir tepki almadım. Ama şu an ki Müslüman kimliğim bilinse, can güvenliğim tehlikede olur.

7) Gençlere ne tavsiye etmek istersin?

Kardeşlerim! 
Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan kesin olarak ayrılmıştır. Artık her kim Tağut´a küfredip Allah´a iman ederse, işte o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, işitir, bilir.

Ummu Sa’d.

Röportaj: Qamar Al-Quds

Her İnsan Esirdir

İbn Kayyim (Rh); “Tıpkı birçok efendiye hizmet etmek zorunda olan bir kölenin telaş içinde olacağı gibi, Allâh sevgisinden başka bir şey tarafından işgal edilen kalp de telaş içinde olur.” demiştir.

Buna bağlı olarak; insanların farkında olmadan hapsolduğu birçok sistem hapishanesi mevcuttur. Bazı insanlar para kazanma rutini tarafından hapsedilmiştir; hoşlansalar da hoşlanmasalar da para kazanmak zorundadırlar. Diğerleri ailelerine hizmet etme düzeninde hapsolmuştur; kendilerinden günlük talep edilen sürekli aile işlerinden başka seçenekleri yoktur. Sonra kendi arzuları tarafından hapsedilenler vardır, İbn Teymiyye’nin söylediği gibi; “Esir, kendi arzularının esiri olandır. Ve parmaklıklar ardında olan, kalbi Rabb’ine karşı parmaklıklarla çevrili olandır.”

Bu nedenle, bir bakıma yeryüzündeki neredeyse her insan bir mahkumdur ve bir şeye ya da başka bir şeye esirdir. Esirdir, çünkü Rabb’ine istediği gibi ibadet edemez, Dinini tam manasıyla yaşamakta özgür değildir ve Allâh’ın Kitabı, Nebi (sav)’imin Sünneti ve diğer İslâmî ilim ve hikmet incileri üzerinde düşünüp çalışma yeteneği kısıtlanmıştır.

“Hapsedilmiş bir kuş var, tek dileği kuş olabilmek tekrar

Hapsedilmiş bir kuş var, tekrar uçmayı,

Ve dağın zirvelerinin ötesine gitmeyi,

Ve vadilere doğru akmayı özleyen

Hapsedilmiş bir kuş var, başka hiçbir kuştan daha iyi olmayan,

Ve başka hiçbir kuştan farkı olmayan,

Hapsedilmiş bir kuş var, kanatları kesilmiş,

Sesi kısılmış,

Tek arzusu tekrar bir kuş olabilmek olan”

Babar Ahmed (Eski Mahkum)

Çeviri: Qamar Al Quds

Oh ISIS!

Oh ISIS : I am a sincere adviser to you

This is not the time for stubbornness and rigidity

By Shaykh Abu Muhammad Al-Maqdisi:

Those concerned with the affairs of the Muslims and their lives, and the safety of the weak and their honor, will not be pleased especially in this difficult stage in which Al-Fallujah and Raqqah are passing through, with gloating over ISIS and wishing its defeat. But Al-Adnani the spokesperson of ISIS, with his stubborn headed manners and denigrating everyone that differs with him, incites the world with its disbelievers and Muslims against ISIS. He even flees from the supplications for it, with threats and aimless Takfir, he does not even exclude those who are targeted by the coalition the same way they are targeting ISIS, like Jabhat Nusra and Al-Qaedah.

Al-Adnani does not pay attention to the seriousness of this stage trough which ISIS passes. His speech is that of arrogance and self-superiority and Takfir on others and abolishment. He does not abandon these manners even amidst the decline of his state in front of the global campaign against it. The mind of Al-Adnani did not yet absorb, even until this very moment, that the global campaign is targeting Jabhat Nusra the same way it is targeting them, and it targets all factions who reject the Western dictates and insist on demanding the rule of the Sharia.

The mind of Al-Adnani does not accept any coordination or cooperation with those who he insists on judging with apostasy, not even from a political or tactical perspective. His speech is that of the exclusion and extermination of every hope in this direction. In order for ISIS to pass through the calamity they are facing in Al-Fallujah and Raqqah and elsewhere, they must abandon the speech of self-superiority and exclusion and the abolishment of others. And they must distance themselves from associating with the likes of Al-Adnani. And they must coordinate and work, with flexibility, with those who have the victory and support of the religion as their goal. And they must recognize that they are not the only ones in the camp of Islam.

ISIS can not remain in our age and it will not last, without its leadership distinguishing between acts of Kufr and (acts which fall under) Sharia politics, and refrain from mixing all this together in the mold of Takfir, while refusing to cooperate or interact with other Mujahideen. ISIS at this moment is in the direst need of coordination or a truce with those who will accept this like Jabhat Nusra, and stubbornness in this matter will backfire on the arrogant one firstly, and on the weak from among the oppressed Muslims secondly.

A project of a truthful truce with guarantees of refrainment from treachery, and refrainment from security operations and assassinations in the liberated areas, followed by coordination and opening roads against the regime flanks, will change all the calculations. The calamity at this moment can not bear stubbornness and rigidness; it demands flexibility and Sharia politics that will carry the responsibility, and opening channels with the sincere Mujahideen. And stop trying to cover the sun with a sieve by claiming that you are the only ones seeking supporting and giving victory for this religion. The destructive mentality like that of Al-Adnani will only accomplish that which the enemies desires, and it will yield a self-destructive group and the domination of enemies over Ahl Sunnah.

May Allah guide the misled Muslims and give victory to those that support the religion, and defeat the disbelievers and the apostates and the Rawafid and the Nusayris and the Crusaders. And all praises are due to Allah the Lord of the world, and peace and blessing be upon the most honorable of Prophets and Muslims.

(By Al Maqalaat)

Kufr bi taghut

Kufr bi taghut is a conditon of the Shahaadah
By Shaykh Hamood Ibn Uqla ash Shuaybee

From the conditions of the correctness of Tawheed is kufr bi Taghut and there is no Imaan except after kufr bi Taghut outwardly and inwardly.

Allah Says:

فَمَن يكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لا انفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Whoever disbelieves in Taghut and believes in Allah, then he has grasped the most trustworthy handhold that will never break. And Allah is the All Hearer the Allah Knower
[Surat Al Baqarah 2:256]

And Allah Said:

وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَّسُولاً أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ

And verily We have sent among every Ummah a Messenger (proclaiming) worship Allah and avoid Taghut
[Surat An Nahl 16:36]

And the Messenger of Allah salallahu alayhi wa salam said:

من قال لا إله إلا الله وكفر بما يعبد من دون الله حرم ماله ودمه وحسابه على الله

Whoever says there is no god but Allah and disbelieves in what is worshipped other than Allah, then his blood and wealth is haram and his reckoning is with Allah.
[Saheeh Muslim]

Shaykh Muhammad Ibn Abdul Wahhab said: “Whoever worships Allah day and night, then makes Dua to a prophet or a wali in the grave then he has taken two gods and and he has not in fact testified that there is no god but Allah, as a god is the one who is made dua to like the Mushrikeen done at the grave of Zubayr or Abdul Qadir or other than them. And whoever sacrifices for Allah one thosand times, then sacrifices to a Prophet or other than him, then he has taken two gods as Allah Said:

قُلْ إنَّ صَلاتِي وَنُسُكِي وَمَحْياي وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Say verily my prayer and my sacrifice and my living and my dying is for Allah, the Lord of the Alamin.
[Surat Al Anaam 6:162]
Allah made it necessary upon all the creation to firmly disbelieve in the Taghut and to believe that the worship of it is falsehood and that whoever worships it is a Kaffir.

Allah says:

وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولاً أَنِ اعْبُدُوا اللهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ
And verily, We have sent among every Ummah a Messenger (proclaiming): “Worship Allah (Alone), and avoid Taghut”
Surat an Nahl 16:36

And this Ayat informs us that Allah has commanded all the creation to completely avoid worship of the Taghut, whether that Taghut is a man a Jinn or a stone, whims or desires, or money or prestiege or position, and that Allah alone must be worshipped without any partner.

Allah says:

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى
“Whoever disbelieves in Taghut and believes in Allah, then he has grasped the most trustworthy handhold that will never break”
Surat Al Baqarah 2:256

And Shaykh Muhammad ibn Abdul Wahhab said “Know, a person is not a believer in Allah except with Kufr bil Taghut and the evidence is this ayat”

Shaykh Abdullah al Ghulayfi

(By Al Muvahhedeen Media)